ROMANLAR

22 Kasım 2007 Perşembe

PEYAMİ SAFA - YALNIZIZ

KİTABIN ADI : YALNIZIZKİTABIN YAZARI : PEYAMİ SAFAYAYIN EVİ : ÖTÜKENBASIM YILI : 1992KİTABIN KONUSU : Bir genç kızın hayallerinin son bulması.KİTABIN ÖZETİ : Tarık, Feriha’yı seven fakat geçmiş yaşamında farklı kadınlarla birlikte olan birisidir. Feriha ile bir köy bahçesinde buluşurlar. Tarık, kendine ait olan bir dünya kurmuş ve bu dünyanın içerisine yalan, kin, nefret gibi duyguları sokmamıştır.Tarık’ın kardeşi Feride, Ahmet’i sever, ama ailesine bu sevgisini açıklayamaz. Çünkü Ahmet bir isyancıdır. Fakat Feride’nin Ahmet ile birlikte olmasından sonra sessizleşmesinden annesi olanları anlar ve Feride’ye bağırıp çağırır. Feriha, Tarık’a o zamana kadar yalan söylemiştir. Ama son günler yalan söylediğini sezer. Feriha’nın Paris’te arkadaşlarına özenerek, yaşlı bir adamla evlenip Paris’e yerleşme isteği gün geçtikçe artar. Arkadaşının İstanbul’a gelmesiyle buluşurlar, ama arkadaşını çevrenin sevmemesinden dolayı bu buluşmalar gizli olur. Feriha, Tarık’ı gerçekten sever, ama Paris’e gitme fikri de ona cazip gelir. Feriha’nın babasının ölmesi evde daha da sıkı yönetim ilan edilmesine neden olur. Feriha’nın abisi ne Paris’ten gelen arkadaşalrıyla ne de Tarık ile görüşmesine izin vermektedir. Feriha’nın rahat bir hayat yaşama isteği galip gelir ve arkadaşıyla Paris’e gitmeye karar verir. Yaşlı bir adamın metresi olacaktır. Bunu öğrenen abisi önce dışarı çıkması yasaklar daha sonra Feriha’yı odasına kilitler. Feriha içeride arka arkaya sigara içmeye başlar. Bu sırada Tarık’ın burnuna yanık kokuları gelmektedir. Ama hiçbir yer yanmamaktadır. Feriha sigarayı yakmak için çakmakla uğraşırken yatağın çarşafını yakar. Kaçmak istemesine rağmen odanın kapısı kilitli olduğu için dışarı çıkamaz. Duman kokusunu alan hizmetçi abisini kaldırır. İçeri girdiklerinde çok geç kalmışlardır. Artk Feriha hayata gözlerini yummuştur. Feriha’nın not defterinde “Biz, hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız” cümlesini okuyunca kızın üstüne çok yüklendiklerini anlarlar, ama çok geç kalmışlardır.KİTABIN ANA FİKRİ : İnsanlar dertlerini paylaşmalı, yalnız başlarına sıkıntılarını içlerine atarak sıkılmamalı, düşüncelerini açıkça söyleyebilmelidir. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ : Feriha, Feride ve Tarık aynı ailenin çocuklarıdır. Olaylar çok çabuk geçmiş, fakat oldukça ilginçtir. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Yazar, açık ve sade bir dil kullanmış oldukça anlaşılır bir ifade kullanmıştır. Her gencin okumasını tavsiye ederim.KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ : PEYAMİ SAFAİstanbul’da 1899 yılında doğdu. Servet-i Fünün şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur, iki yaşında iken ,Sivas’ta sürgünde bulunan babasını kaybetti (1901).Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması,13 yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul ögrenimi göremedi, kendi kendini yetiştirdi.Birinci Dünya Savaşı yıllarında ögretmenlik yaptı. 15 Haziran 1961’de İstanbul’ da öldü.Öykü: Gençliğimiz (1922), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), İstanbul Hikâyeleri (1923), Aşk Oyunları (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Ateşböcekleri (1925).Roman: Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Sözde (1925), Canan (1925), Şimşek (1928), 9. Hariciye Koğuşu (1931), Atilla (1931), Fatih - Harbiye (1931), Bir Tereddüt Romanı (1933), Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1947).Oyun: Gün Doğuyor (1937).

ERNEST HEMİNGWAY - SİLAHLARA VEDA

KİTABIN ADI SİLAHLARA VEDAKİTABIN YAZARI ERNEST HEMİNGWAYYAYIN EVİ GÜVEN KİTABEVİBASIM YILI 1966SAYFA SAYISI 3641. KİTABIN KONUSU:I.Dünya Savaşı sırasında İtalyan Ordusunda görev yapan Henry Tenente isimli teğmenin savaş boyunca başından geçen olaylar ve Catherine adındaki bir hastabakıcıya aşık oluşu.2. KİTABIN ÖZETİ:1915 yılının sonbaharında, İtalyan Ordusu Müttefik Avusturya ve Almanya Orduları karşısında çetin bir muharebe vermektedir. Teğmen Tenente bu sıralarda dostları Rinaldi,Papaz ve Bölük Komutanı ile birlikte cephededir. Rinaldi bir doktordur. Teğmen Tenente’de yaralıların ve şehitlerin cephe gerisine arabalarla taşınmasından sorumlu subaydır. Savaş o yıl sanki yaşanması gereken bir olaymış gibi geçmektedir. Bu nedenle Tenente ve arkadaşları sık sık birlikte olarak, içkiler içerek şehrin ve cephe gerisinin zevkini çıkarmaktadır.Birgün Rinaldi iki İngiliz hastabakıcısıyla tanışır. Bu kızlar İngiltere’nin, müttefiki İtalya’ya yardım etmek amacıyla gönderdiği hastanede görevlidir. Catherine adındaki kıza Rinaldi ilk başlarda ilgi duymaktadır. Ancak bu delikanlının kadınlarla arası pek iyi değildir. Bu nedenle, çapkın arkadaşı Henry’den yardım ister. Henry Catherine’den etkilenir. Bunu anlayan Rinaldi arkadaşını kırmamak amacıyla aradan çekilir. Tenente ile Catherine arasında sıcak bir bağ kurulur. Aşkları gün geçtikçe daha da büyümeye başlamıştır. 1916 yılının bahar ayında Tenente ileri hatlardan yaralı taşımak amacıyla görevlendirilmiştir. Askerleri ile harbin gereksiz birşey olduğunu ve savaşın artık bitmesi gerektiği üzerinde konuşurlarken bir top sesiyle hepsi daldıkları rüya aleminden uyanırlar. Tenente bacağından yaralanmıştır. Askerlerinden ikisi de ölmüştür.Teğmen Tenente dizinin parçalanması nedeniyle derhal Milano’ya yeni kurulan bir hastaneye gönderilir. Buraya sevgilisi Catherine’de gelir. Amacı her zaman sevdiği adamın yanında olmaktır.İyileşmesine yakın Henry artık güzel Catherine’ye adam akıllı aşık olmuştur. İkisi de birbirini deliler gibi sevmektedir. Henry gümüş liyakat madalyası ile ödüllendirilir. Savaş, artık onun için çekilmez hale gelmiştir. Tek amacı Catherine ile birlikte yaşamaktır. Kız hamile kalır. Henry kızla evlenmek istemesine rağmen savaş nedeniyle bunu yapamamaktadır.1917 yazında Tenente kışlasına geri döner. Herşey değişmiştir. Bölük Komutanı sanki on yaş yaşlanmıştır. O kış ve bahar aylarında çok çetin ve zorlu çarpışmalarla İtalyan ordusu artık geri çekilmenin eşiğine gelmiştir. Birçok birlik zaten geri çekilmenin hazırlıklarına başlamıştır. Tenente yazın sonuna doğru çekileceklerini öğrenir. Askerleriyle birlikte, emrindeki araçlarla yollara düşer. Yolda iki genç kızı yanlarına alırlar. Bir ara çamura saplanırlar ve bir türlü arabalarını dışarı çıkaramazlar. İki kıza para vererek, Tenente yoluna devam eder. Almanlar geri çekilen İtalyan Ordusunu takip etmektedir. Yolda Almanlarla karşılaşırlar Tenente’in bir askeri vurulur. Hızla diğer askeriyle beraber taburlarını bulmak için kaçmaya başlarlar.Tenente İtalyan kuvvetlerine yaklaştığında, Alman ajanıdır diye yakalanır. Bu sadece İtalyancası biraz bozuk diye yapılır. Yargılanacağı sırada, kurşuna dizilmekten kurtulmayı kaçmakta bulur. Kendini Po nehrinin sularına bırakır.Sudan çıktığında demiryolunun yakınında olduğunu farkeder,hemen top yüklü bir vagona atlayarak sevgilisinin yolunu tutar.Sevgilisine kavuştuğunda rütbelerini sökmüş, sivil kıyafetini üzerine geçirmiş bir asker kaçağıdır. Savaştan tiksinmektedir. Bir gece ansızın yakalanacağı haberini alır. Tek kurtuluş yolunu İsviçre’ye kaçmakta bulur. Bir tekneyle ve yanında Catherine’le fırtınalı bir gecede soğuk Orion Gölü’nü kullanarak İsviçre’ye ulaşır. İlk önce onları sorguya çekerler, Henry onlara kış sporu yaptıklarını bunun için İtalya’dan kürek çekerek İsviçre’ye geldiklerini söyler. Pasaportları ve paraları olduğu için İsviçre Polisi herhangi bir önlem almaz. Henry ile Catherine Montreaux’ya yerleşirler. Otelde çok iyi vakit geçirirler. Bu arada Henry sakal bırakmıştır. Catherine’nin hamileliğinin sonlarına doğru her ikisi de Lourenne’e doğum amacıyla giderler.İlk sancılar başladığında çift çok mutlu olur. Ancak bebek ters gelmektedir. Ayrıca sancılarda yetersizdir. Doktorlar sezeryan yöntemi ile bebeğin annesinin karnından alınmasına karar verir. Henry Catherine’nin ölebileceği endişesi içindedir. Bebeğin onun için hiç önemi yoktur. Tek düşündüğü biricik aşkı Catherine’dir.Başarılı bir ameliyat gerçekleşmesine rağmen bebek ölü doğar. Tenente sevgilisinin de durumundan endişe duymaktadır. Koktuğu başına gelir, Catherine aniden fenalaşır ve aşırı kan kaybı nedeniyle ölür. Artık Henry için herşey bitmiştir. Bezgin bir halde oteline geri döner.3. KİTABIN ANAFİKRİ:Savaş ancak kaçınılmaz olduğu taktirde yaşanılması gereken bir olaydır, ancak savaş, hayatın içinde yenen ve yenilen için de bir zindandır.4. OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ:a. Henry Tenente:I.Dünya Savaşı’nın acımasız dönemlerinde İtalya’da görev yapan Henry çok uçarı bir subaydır. Savaşı sevmemektedir. Hayat onun için bir çiledir. Ancak Catherine ile tanışınca her şey değişir, yaşamdan zevk almaya başlar. Henry o dönemin İtalyan kültürünü de bize yansıtmaktadır. Ekindeki parayla hayatın tadına bakan, içkiyi elinden düşürmeyen bir delikanlıdır o.b. Catherine:Catherine, bir İngiliz hastabakıcısıdır. Yaşamı hep hastanelerde geçmiştir. Henry’le tanıştıktan sonra hayatı tamemen değişir. Onu çok sever, hayatını tamamen ona adar. “Ben senim, sen bensin!”, diyecek kadar tek aşkına bağlanır. Aşkını hep bekler. Catherine de savaşın gerisindeki kadın topluluğunu temsil etmektedir.c. Rinaldi:Henry’nin savaş sırasında en yakın dostudur. Gençlik heyecanlarını hep birlikte yaşamışlardır. Zaten Henry ile de Catherine’yi Rinaldi tanıştırır. Henry’e daima bağlı kalmıştır. Ondan hep “aslanım, koçum” diye bahseder. Bana göre, Rinaldi de, savaşın kahraman doktorlarını temsil etmektedir.Bu kişilerden başka, Catherine’nin arkadaşı Ferguson, Henry’nin arkadaşları Yüzbaşı, Papaz ve askerleri Brudni, Gumo diğer kişileri oluşturmuşlardır.Kitapta en dikkat çeken olay, I.Dünya Savaşı’nın kendisidir. Savaşın acımasızlığı tüm insanları etkilemiştir. Beni kitap boyunca üzen en önemli hadise Henry’nin en değerli varlığından ayrıldığı, onu kaybettiği doğum olayıdır. Bu bölümün sonunda o adamın yerinde olmamayı istedim, bir insanın karısını ve daha doğmamış olan çocuğunu kaybetmesi ne kadar acımasız bir olaydır diye düşündüm.5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Kitap başından itibaren insanı sürükleyen bir özelliğe sahip. Yazar mümkün olduğunca tasvirlerden kaçınmış ve yaşar gibi yazmaya çalışmış. Özellikle duyguları ifade ederken kullandığı yinelemeler, ünlem cümleleri insanın sanki hikayenin içinde olduğu izlemini veriyor.Konunun I.Dünya Savaşı içinde geçmesi de beni gerçekten çok etkiledi. Bu kitapta insanı savaşa yönelten hiçbir heyecan verici olay yok, sadece savaşın acıları, kanı ve yalnızlığı var. Ancak kitabı okurken benim biraz güçlük çektiğim bir konu vardı. Bu da kitabın eski basım olmasıydı. Genellikle kullanılan kelimeler, şu anda kullandığımız dilden farklıydı. Arapça ve Farsça kökenli kelimeler kullanılmıştı.6. YAZAR HAKKINDA BİLGİ:Ernest HEMINGWAY (1898-1961):Ernest Hemingway, 1898 yılında Amerika’nın İllinois kentinde dünyaya geldi. Annesi ve babası onun doktor olmasını istemelerine rağmen o yazar olmaya karar verdi. Babası da bir doktordu. O bir macera adamıydı, bunun yüzünden I.Dünya Savaşı patlak verdiği sırada o da kendini bu savaşın içine attı. Birçok çatışmaya girdi ve kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşın sonunda “A Farewell to Arms”(Silahlara Veda) adlı kitabını yazdı. Harpten sonra ilk eşi Hadley ile evlendi. Bu dönemde birçok hikaye ve şiir kitabı yazdı. Boksa da merak sarmıştı.1927’ Amerika’da ikinci eşiyle evlendi ve “Kazananın eline birşey geçmez”, “Öğleden sonra ölüm” adlı kitapları çıktı. İki oğlu oldu. Ancak 1940 yılında da bu eşinden ayrıldı.Tekrar macera damarı kabaran Hemingway, Afrika’ya yaban avına gitti. Ölümlerden döndü. Ancak bunlar onu yıldırmadı. Bu macera sonunda “Afrika’nın yeşil tepeleri” ve “Kilimancero karları” adlı uzun hikayelerini yazdı. Küba denizindeki maceraları sonunda “Irmaktan öteye ağaçların içinde” ve “İhtiyar Balıkçı” adlı uzun hikayeleri 1952’de yayımlandı. “İhtiyar adamla deniz” adlı kitabı 1955’te ona Nobel ödülü kazandırdı. Hayatı boyunca birçok tehlikeler atlatan, iki uçak kazası geçiren Hemingway 1961 yazında odasında kendini vurarak intihar etti.

REŞAT NURİ GÜNTEKİN - SON SIĞINAK

KİTABIN ADI : SON SIĞINAKKİTABIN YAZARI : REŞAT NURİ GÜNTEKİNYAYIN EVİ : İNKILAP YAYIN EVİYAYIN ADRESİ : ANKARA CADDESİ. NO:95 - 34410 SİRKECİ İSTANBULBASIM YILI : 1995 1.KİTABIN KONUSUREŞAT NURİ GÜNTEKİN’in son esri olan bu kitapta,çocukluk günlerininunutulmaz anıları,yolculuklar,umutsuz aşklar,yaşanan acılar kaçırılmışmutluluklar ve bir tiyatro grubunun başından geçen ilginç olayları anlatıyor.2.ROMANIN ÖZETİ Süleyman bey, bir iş için gittiği Diyarbakır’dan İstanbul’a trenle gelirken yolda, ücra bir kasabada yoğun kar yağışı yüzünden mahsur kalır.Kompartımanda uyurken bir bayanın yanlışlıkla üstüne su dökmesi sonucunda uyanır ve küçüklüğünde abisinin kendisini okula geç kalmaması yüzüne su serperek uyandırdığı günleri hatırlar.Aynı kompartımanda yolculuk ettiği,mesleği şarkıcılık olan Makbule adında bir bayanla tanışır.Trenin küçük bir kasabada yolların kapanmasıyla mahsur kalınca Süleyman bey biraz ısınmak ve birşeyler yemek için, bir kahvehaneye gelir.Orada çayını yudumlarken ,kasabanın Halkevi Başkanı olduğunu öğrendiği birisi gelir ve herkesi genç bir subayın düğününe davet eder.Halkevi evlenmeye gücü yetmeyen gençleri evlendiren bir yerdir.Süleyman bey, düğünde başkana sürekli takılan,muzip, yaşlı ,hoca lakaplı adı Eyüp olan şahsı çok sempatik bulur.Hoca eskiden tiyatro ile uğraşmış,bu yüzden başına çok işler gelmiş biridir. Biraz sonra Makbule’yi bir paşanın masasında görür,onun isteğiyle masaya davet edilir ve İstanbuldan tanıdığı bir mirasyedi olan eski bir paşa çocuğu Servet bey ve paşayla Makbulenin aracılğıyla tanışır.Düğünün bitimine müteakip,tiyatroyu çok seven bu insanlar halkevinde, tiyatro seven birkaç kişiye,bir oyun sergilerler.Bu gösteri paşanın çok hoşuna gider. Oyunun bitiminde birbirine ısınan bu dört kafadar Servet beyin maddi ve manevi destek sözü ile İstanbul’da Yeni Türk Tiyatrosunu kurmak üzere sözleşip birbirlerinden ayrılırlar.Süleyman bey bu sözün tutulacağından pek emin değildir.Süleyman bey 1. Dünya savaşında Mısır’da Kanal harekatına katılmış eski bir yedek subadır.Onun tiyatro sevdası İngilizler tarafından esir tutulduğu Zekazik kampınadan gelmektedir.Orada boş zamanlarını geçirmek için arkadaşlarıyla oyunlar oynamıştır.Kendiside zengin bir babanın küçük oğludur fakat babasının o küçük yaşta iken ölmesiyle kendisine düşen miras ile ancak eğitimini sağlayabilmiştir.Şimdilerde ise bir arkadaşının bulduğu bir boyacı dükkanında katiplik yaparak ve bazende kampta öğrendiği biraz İngilizce ve Fransızca ile iş için mektuplar yazarak geçimini sağlamaktadır.Bir gün Süleyman bey kaldığı küçük pansiyonda akşam vakti bir sürprizle karşılaşır.Makbule hanım,Servet bey ve Hoca İstanbul’a verdikleri sözü tutmak ve yeni tiyatroyu kurmak için gelirler.O verdikleri sözün tutulacağından pek emin olmadığından çok şaşırır,tam onlar hasret giderirken Süleyman beyin Zekazik kampından arkadaşı Azmi gelir.O da tiyatro seven biridir.Azmi uzun boylu iri yarı içine kapanık,pek konuşmayı sevmeyen biridir.Onu da aralarına alarak ne yapacaklarını konuşmak için bir akşam yemeğine giderler.O gece herkes hayatını küçük ayrıntılarına kadar anlatır.İlk önce Makbule başlar,bir kassam kâtibinin yani sarıklı bir imamın kızıdır.Makbule küçük burunlu etine dolgun sık sık kahkahalar atan, şen şakrak hayat dolu bir kadındır,üç defa evlenip boşanmıştır.Eyüp Hoca ise eskiden bir deniz subayıymış,sık sık gemiden kaçıp tiyatroya gidermiş bir gün bu yüzden meslekten atılmış.Anadolu’nun ücra köşelerinde memurluk yapmış.Servet bey ise eski bir sadrazamın kızıyla evlidir.Karısı iyi bir kadındır fakat o daktilom dediği sekreterine aşıktır.Akrabalarının kışkırtmasıyla, büyümüş olan çocukları analarının tarafanı tutarak onu uğraştırmaktadırlar.Bu beş kişilik grup yeni Türk tiyatrosunu kurmak için Servet beyin babasından kalma konağında bir sınav heyeti kurarlar ve kadroya alınacak elemanları seçerler.Kadroya Hacı Lala adında konağın eski emktarı olan bu yaşlı arap,eski tanınmış bir ailenin iyi eğitim almış bir çoçucuğu olan Pertev Turhan isminde yakışıklı uzun boylu bir genç alınır bu tiyatronun jönüdür.Daha sonra sırasıyla ,ilk bakışta hasta bakacısı izlenimi uyandıran Remziye adında, muallim mektebini bitirmiş bir süre öğretmenlik yapmış bir genç kız,lakabı Lokman ve adı Sadullah Nuri olan eski bir aktörle,isimleri Melek ve Masume olan iki genç kız daha girer.Melek ve Masume Halkevinde oyunlarda rol almışlar,bu yüzden biraz tecrübeleri vardır fakat onların kadroya alınmasındaki etken alınmama korkusuyla ağlamalarıdır.Dışarıda onlarca genç kadroya girebilmek için heyecanla beklemektedirler.Akşama doğru Neriman,Dürdane adında iki kadınla eski bir şeyhin oğlu olan Gazali ve tıp eğitimini yarıda bırakarak tiyatroyla uğraşmaya başlayan doktor lakaplı biri ve Hakkı adında eskiden hokkabazlık yapmış biriylede kadro tamamlanır.Akşam saatlerinde içeriye zorla girmiş kambur bir cüce sınava girmek ister fakat Servet beyin buna karşı çıkmasıyla sınava alınmaz. Daha sonra Samsun’a giderken gemide ona rastlarlar,Hakkıyla Kambur iyi arkadaş olurlar ve gemide beraber gösteri yaparak para kazanırlar.İleriki zamanlarda Servet beyin gruptan ayrılmasıyla o da gruba katılır ve Tiyatro grubunun maddi sıkntılara düştüğü zamanlarda Hakkı’yla beraber işe çıkarak onlara büyük yararları dokunur. Samsunda başlayacak bir Anadolu Turnesine çıkmak için hazırlıklara başlarlar ve hazırlıklar tamamlanınca yola çıkarlar. İlk başlarda herşey yolundadır. Servet Bey’in iyi tanınmış olmasından dolayı gittikleri yerlerde ,devlet erkanı ve halk tarafından iyi karşılanırlar ve maddi sıkıntıları yoktur. İstanbul’dan gelen bir mektupla,aile sorunları yüzünden Servet Bey evine döner ve onlar yollarına yanlız başlarına devam etmek zorunda kalırlar. Yolda sırasıyla gruptan, İstanbul’dan gelen bir telgrafla Pertev Turhan ayrılır, arkasından Neriman bir Azeri tüccarla Karst’a iken tanışıp evlenir ve daha sonra küçük bir kasabada Hacı Lala hastalanır ve onun öleceğini bile bile hastahaneye yatırıp o kasabayı terk ederler. Masume’ye gelince ona bir genç tiyatro oynarken aşık olur,ve daha sonra Masume’nin de fikri alınarak düğünleri yapılır. Son olarakta Remziye’yi İstanbul’daki eski sevgilisi yerini öğrenir ve yanına gelir,beraber İstanbul’a dönmek için anlaşırlar.Son olarak kalan üyeler hep birlikte Masume’nin evinde bir akşam yemeği yerler.Ortak yönleri içlerindeki tiyatro sevgisi olan bu insanların Son Sığınak olarak nitelendirdiği bu tiyatro artık dağılmaktadır. İçlerinde vaktiyle yangından kaçarcasına terkettikleri yerkerin hasreti,döküle saçıla dönüş yollrını tutarlar.3.ANAFİKİRRomanda,tek ortak tönleri tiyatro sevgisi olanbir grup insanın en zor anlarda bile birbiriyle olan dayanışmasını ,insan ilişkilerini sevgi ve ilgiyi anlatıyor.Burada son zamanlara dek birarada kalan insanların dostluğu aynı bedende yaşayan ruhlara benziyor.Kişilerin birbirlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarıymış gibi bu kadar ilgilenmesi ve hep birlikte sevinip hep birlikte ağlaması bize bir kez daha insan olduğumuz için sevinmemizi sağlıyor.4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİSüleyman Bey:1.Dünya savaşı sıralarında Mısırda ki Kanal harekâtı’nakatılmış eski bir askerdir.Savaşta İngiliz’lere esir düşmüş ve on beş günlük esaret günlerinden sonra kurtulup İstanbul’a yerleşmiştir.Sanatsever bir insandırve en önemlisi temkinli,tedbiri elden bırakmayanherzaman ilerisini düşünen biridir.Servet Bey: Bir mirasyedidir,ve ilerlemiş yaşına rağmen o üzerindeki çocuksu sevinçlerden kurtulamamış ve hala dünyaya paşa çocuğu gözüyle bakmaktadır.Makbule Hanım: Neşe dolu,şen şakrak bir kadın.Sık sık kahkahalar atan ve aynı sıklıkta ağlayabilen duygusal ve içi insan sevgisiyle dolu birkadın.Hoca: Muzip,şakacı ve biraz da çapkın olan bu kişinin kötü bir huyu var bazen dalkavukluk yapıyor.Azmi: Geçmişte yaşadığı kötü günlerin etkisinden dolayı içine kapanık ve fazla konuşmayı sevmeyen,yardımseverdir.Neriman’ın Evliliği: Oyunları’nı izlemeye gelen Azeri bir tüccarın,onlarla tanışması ve daha sonra Makbule ile ciddi anlamda ilgileniyor gibi görünmesi,daha sonra Neriman ile bir gün habersiz kaçıp evlenmesi,Neriman’ın onlara yaptığı bir ihanettir.5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLERGerçek hayattan alınmış bu roman,akıcı ve sade anltımıyla okuyucuda iyi bir izlenim bırakıyor.Kitap, yazar öldükten beş yıl sonra ortaya çıkmış. Galiba kitap müsvedde olarak kalmış. Bundan dolayı olaylar arasında bazen kopukluklar gözükse de bu genelin güzelliğini bozmuyor.Gerçek bir hayatı anlattığı için okuyucunun alması gerken dersler var,bence herkesin okuması gereken faydalı bir kitap.6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ REŞAT NURİ GÜNTEKİN 1889’da İstanbul’da doğdu,Edebiyat fakültesini bitirdi.Liselerde öğretmenlik,müdürlük,Milli Eğitim Müffettişliği,Paris kültür Ateşeliği yaptı.UNESCO’da Türkiye’ti temsil etti.Romanları,hikayelerive tiyatro eserlerinin yanısıra çeşitli çevirileride vardır.

NIGEL STEEL VE PETER HART - GELİBOLU, YENİLGİNİN DESTANI

KİTABIN ADI :GELİBOLU, YENİLGİNİN DESTANI KİTABIN YAZARI :NIGEL STEEL VE PETER HARTYAYINEVİ VE ADRESİ :SABAH KİTAPÇILIK GÜNEŞLİ / İSTANBUL Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla beraber, tarafsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen, Almanlara yakınlığıyla tanınan Enver Paşa ve Talat Bey’in iktidarda söz sahibi olmasıyla birlikte güçlü Alman ordularıyla birleşerek, eski gücüne kavuşma hayallerinin peşinden koşmaya başlamıştı. Almanların Boğazlardan Akdeniz’e gönderdiği iki geminin Türk donanmasının kontrolünden sorumlu olan İngiliz Denizcilik Heyeti yerine, gemilerle gelen Alman Amirali Wilhem Souchan’ın emrine verilmesi sonucu Almanya kendisine yeni bir müttefik daha bulmuş oluyordu.Bu esnada İngiliz filosu bir Türk torpidobotunun Çanakkale Boğazı’ndan çıkmasına izin vermedi, Türkler de Boğazlar’ın kapatıldığını ilan ettiler. Bunu takip eden günlerde Rus kıyılarının Boğazlardan geçen iki gemi tarafından bombalanmasını müteakip, 31 Ekim’de Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletlerine karşı savaş ilan etti. İngilizler de bu esnada boş durmayarak 3 Kasım’da Seddülbahir ve Kumkale’yi bombaladı. Bombalanan tabyaların kontrolü için de 29 ncu Tümen Ege’ye gönderildi.19 Şubat ve takip eden günlerde İngiliz gerlerin önü cesetle doluydu. Cesetler çürümüş, kurtlanmış ve etrafa berbat bir koku yaymıştı. Ölüler eksilen kum torbalarının parçaları oluyorlardı. Savaşın bütün bu insan kayıplarına değip değmeyeceği her zaman tartışılabilecek bir konu olarak kalmıştır.Bütün bu yapılan savaşlar neticesinde önemli bir ilerleme olmamış, bir iki tepe, birkaç ileri karakol alınmış, karşılığında binlerce ölü verilmişti. Aslında kayıptan başka hiçbir şey yoktu. Bunda da Gelibolu’daki kötü şartların rolü çok büyüktü. İçecek ve kullanılacak su sıkıntısı, yiyecek sıkıntısı ve hastalıklar gün geçtikçe sağlam insanları bile ölüme sürüklüyordu. Tuvaletin olmayışı, sineklerin etrafa mikroplar saçması sonucu dizanteri de baş göstermişti. İhtiyaç olan malzemelerin zamanında gelmemesi veya yeterli olmaması felaketi arttırıyordu. Yaralılar geriye, gemilere taşınıyorlardı. Fakat artık gemilerde yaralılar için ne yazık ki yer kalmamıştı.Kasım ayı gelmiş ve havalar sertleşmeye başlamıştı. Aşırı yağmurlar sele dönüşmüş, fırtınalar ve buzlanma nedeniyle birçok asker donarak ya da boğularak ölmüştü. Artık savaşın sonuna gelinmiş, çekilme için gizli planlar yapılmaya başlanmıştı. Sonunda İngiliz kabinesi toplanarak, kaçınılmaz olana boyun eğdi: Gelibolu boşaltılacaktı. Boşaltma işlemleri geceleri ve gizlice yürütüldü. Geride işe yarar bir şey bırakmamaya gayret edildi. İlk etapta Suvla, en son olarakta Seddülbahir ile Anafartalar boşaltıldı. Hiç kimse Gelibolu’dan ayrıldığına pişman değildi. Ama içlerinden çok azı buna gerçekten sevinebiliyordu. Bu durumda geride bırakılan arkadaşlarının rolü çok fazlaydı.İngiliz olsun, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı, Fransız, Hintli, Kuzey Afrikalı veya Türk olsun, Gelibolu’da savaşmış tüm askerler korkunç bir deneyimden geçmişler ve bir çoğu kendilerinden beklenenin en iyisini yapmışlar.

CAN DÜNDAR - SARI ZEYBEK

KİTABIN ADI : SARI ZEYBEKKİTABIN YAZARI : CAN DÜNDARYAYINEVİ VE ADRESİ : DOĞAN YAYIN A.Ş. GÜNEŞLI / İSTANBULKİTABIN KONUSU : ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNE KADARKİ SON 300 GÜNÜKİTABIN ANA FİKRİ : LİDERLER YAŞAM ŞARTLARI VE İÇİNDE BULUNDUKLARI DURUM NE OLURSA OLSUN BAŞINDA BULUNDUKLARI TOPLUMLARI EN İYİ ŞEKİLDE YÖNETMEK ZORUNDADIRLAR.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : KİTAPTA ATATÜRK’ÜN YAŞADIĞI HAYATİ TEHLİKELER VE HALKIN BUNLARDAN ETKİLENİŞLERİNDEN BAHSEDİLMEKTEDİR.ŞAHISLAR: MUSTAFA KEMAL ATATÜRKKİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNE KADARKİ SON 300 GÜNÜNÜ İNCELEYEREK, ATATÜRK ’ÜN HER ZAMAN VAR OLMUŞ FAKAT PEK İŞLENMEMİŞ OLAN İNSANCIL YÖNLERİNİ ANLATMAK, ATATÜRK’Ü SEVDİRMEK İÇİN HERKESİN OKUMASI GEREKEN BİR KİTAP.KİTABIN ÖZETİ : Kitap, Atatürk’ün hastalığının ilk belirtisinin görüldüğü 11 Kasım 1923 tarihiyle başlıyor. Atatürk Cumhuriyeti kuralı onüç gün olmuştu ve Çankaya’da eşiyle birlikte öğle yemeğindelerken eli birden kalbine gitmiş ve şiddetli bir sancıyla kıvranmıştı. Yirmi dakika kadar süren bu sancı atatürk’e epey sıkıntılı anlar yaşatmıştı. Aynı sancı iki gün sonra tekrarlamış ve doktorların ilk muayenesinden, kalbinin çok çalışmaktan yorgun düştüğü teşhisi koyulmuştu. Atatürk’ün kalbinin dinlenmesi için istirahat etmesi ve perhiz gerekiyordu. Sigara azaltılmalıydı. Fakat yakın çevresi dahil Atatürk’e bunları yaptırmak kolay değildi. Sonunda Atatürk’e hakim olunamayacağı anlaşılınca, izmir seyahati önerildi. Atatürk İzmir’de 50 günlük bir istirahat sonunda, Ankara’ya dinlenmiş olarak geri döndü ve hemen işe koyuldu.Atlatıldı sanılan bu ilk kriz, yazara göre Atatürk’ün ölümle ilk randevusu idi. İkinci kriz, 3,5 yıl sonra 22 Mayıs 1927 tarihinde Atatürk’ü gece, yatağında yakaladı. Şikayet gene aynıydı : sol kolunda ve göğsünde şiddetli bir ağrı vardı. Teşhis aynıydı: yorgunluk, fakat bu kez hükümet olaya el koydu. Berlin’den doktor getirtildi. Doktorlar atatürk’ün çok sigara içmekten dolayı göğüs anjini geçirmiş olduğuna karar verdi. Tedavisi de aynıydı. Fakat Atatürk’e bunları yaptırmak hemen hemen imkansızdı. O kendinin hasta olduğuna inanmıyordu. Gerçekte de teşhis doğru değildi. Çünkü hasta olan kalbi değil, karaciğeriydi. Atatürk bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle ve çok çalışıyordu. Ayrıca sigara içkiyi de çok kullanıyordu. Dinlenmeye ise hiç zaman ayıramıyordu. Atatürk, bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a neden içtiğini şöyle açıklamıştı: “içiyorum, çünkü: bu vücut artık bu kafayı taşımıyor. Kafam vücudumun çok önünde gidiyor. Beynimi huzura kavuşturmak, biraz dinlendirmek için içiyorum.”Ancak, burada da dinlenmek pek mümkün olmuyordu. Çünkü Atatürk’ün sofrası, sadece yemek yenen içki içilen bir yer değildi. Burası, bir “bilgeler meclisi” ya da bir “danışma kurulu” ydu. Ülkenin her meselesi orada gündeme gelir, Atatürk orada devlet adamları ve düşünce adamlarıyla sabahlara dek süren tartışmalar yapardı. Bu çalışmalar sabahın ilk ışıklarıyla son bulurdu. Atatürk, konuklarını uğurladıktan sonra çoğu zaman yüzünü yıkar, tıraş olur ve yeni güne başlardı. Fakat, atatürk 1936’dan itibaren yorulmaya başlamıştı. Çalışma arkadaşları, masadaki devin mavi gözlerinde yanan ışıkların sönmeye yüz tuttuğunu fark ettiler. Artık öğleden sonra uyanıyor, küçük gezintiler yapıyor ve çabuk yoruluyordu. Çehresi müthiş değişmiş, benzi solmuş, hatları keskinleşmişti.İlk kriz bir kasım günü gelmişti. İlk ateş de bir kasım günü geldi. Tıpkı son sancının bir kasım sabahı geleceği gibi...21 kasım 1937 sabahı, Atatürk şiddetli bir titremeyle uyandı. Zatürre kapıdaydı. Ateşi 39’u vurmuştu. Göğsünün sağ tarafında bir ağrı vardı. Ciğeri kan toplamıştı. Doktorlar bu kez işin çok ciddi olduğunu anlatıp, kesin perhiz istediler. Atatürk izleyen beş günde dinlendi, perhize uydu ve hızla iyileşti ve yeniden hiçbir şey olmamış gibi işe koyuldu.1938 başında hastalık iyiden iyiye “geliyorum” demeye başladı. Uzun süredir hissedilen halsizlik ve iştahsızlığa şimdi iki yeni illet eklenmişti: burun kanaması ve kaşıntı. Sol bacağının kasık bölgesiyle diz kapağı arasında müthiş bir kaşıntı başlamıştı.Atatürk sözde devamlı doktor kontrolü altındaydı. Ama şikayetlerine karşı devamlı anlık tedaviler uygulanıyordu. Doktorlar iştahsızlığına iştah açıcı meze tavsiye ediyor, burun kanamalarına da tamponla çare bulmaya çalışıyorlardı.Kaşıntının da sebebi bulunmuştu: kırmızı karıncalar. Atatürk, hemen kaplıca tedavisi için, gerçek teşhisle yüzleşeceği Yalova’daki kaplıcaya gönderildi.Atatürk, derdini bir kez de kaplıca müdürü Doktor Belger’e anlattı. İşte gerçek hüküm anı gelmişti. Dr. Belger, karaciğerden kuşkulandı ve büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını 3 parmak kadar aşmış ve sertleşmişti.Karaciğerdeki büyüme “siroz başlangıcı”nın işaretiydi ve bu teşhiste en az bir yıl gecikilmişti. Tarih: 22 ocak 1938.Şubat sonlarında, Atatürk’ün hastalığının vehameti hükümete iletildi. Başvekil Celal Bayar, atatürk’ün muayene ve tedavisi için almanya’dan ve Fransa’dan doktor getirtmek istediklerini atatürk’e söyledi. Fakat Atatürk yabancı doktorları istemedi. Atatürk’e göre, ortada hatay meselesi vardı ve hastalığının hariçte duyulması hiç de iyi olmazdı.Nihayet, türk hekimleri 6 mart 1938 günü Atatürk’ü muayene ettiler, uzun uzun tedavi üzerine konuştular. Hastalığın sonunda mutlaka “ölüm” olduğunu hepsi biliyordu. Yapılacak tek şey, bu feci akıbeti geciktirmekten ibaretti.Bütün bu bilgiler Atatürk’e iletildi. Atatürk’e içkiyi bırakması gerektiği bildirildi. Atatürk, her ne kadar doktorların, hastalığını içkiye bağlamalarına inanmasa da, o günden ölünceye kadar yani 9 ay süreyle ağzına içki koymadı.Atatürk’ün sağlığı üzerine üretilen dedikodular iyice artmıştı. Avrupa gazetelerinde Ata’nın sağlığına ilişkin karamsar haberler çıkıyordu. Fransızlar, hatay meselesinin bizzat içinde olduklarından, Atatürk’ün sağlık durumunu merak ediyorlardı. Gazetelerde Atatürk’ün ağır hasta olduğu yazılıyordu. Anadolu ajansı her ne kadar bunları tekzip etse de böyle haberlerin tek bir tekzip şekli olurdu: Atatürk’ün ortaya çıkması.Bunu Atatürk’ te biliyordu. Hem milletine söz vermişti. Hatay’ı geri alacaktı. 19 Mayıs onun doğum günüydü. Ankara’daki kutlamalardan sonra Mersin’e hareket etti. Dünyaya yaşadığını ve gücünü gösterecekti.İşte bu tam bir çılgınlıktı. Üç ay boyunca her günün 23 saatini yatarak geçirmesi gereken bir adam, mayıs sıcağının kavurduğu Mersin’e gidiyordu. Hatay sorunu böylesine gündemdeyken, ülkesinin ona ihtiyacı varken nasıl yatıp dinlenebilirdi?Ve mersin seyahati, bu yüzden o’nun için “son darbe” oldu. Yabancı basındaki hastalık haberleri kesilmişti. Kısa bir süre sonra Fransız ve İngilizler Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini bildirdiler.Beklenen sonuç alınmıştı. Ama bu güç gösterisi Atatürk’ün canına mal olacaktı. Karaciğerinde büyüyen hastalık ikinci ve şifasız devresine girerken, Atatürk 1 Haziran 1938’de Savanorasına, sadece 55 gün kullanabileceği yüzer sarayına kavuşuyordu. Atatürk hala hastalığını ciddiye almıyor ve çok çalışıyordu.Sonunda, Savanora’da fazla kalamayacağı anlaşıldı ve 25 Temmuz günü Dolmabahçe sarayına taşındı. Hastalığı üçüncü ve son aşamasına böylece girmiş oluyordu.Atatürk’ün karnı iyice şişmişti. Doktorlar bu suyun alınması gerektiğine karar verdiler. Operasyon başarı ile tamamlanmıştı ve Atatürk’ün karnından tam 12 litre su çıkartılmıştı.o geceden itibaren doktorlar, Atatürk’ün devamlı istirahat etmesi gerektiğini belirterek, ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, fazla konuşturulmayacaktı. Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Bu nöbetler, 10 Kasım’a dek aralıksız devam etti.Ekim’e girilirken Atatürk derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Geceleri inlemeye ve sayıklamaya başlamıştı. Atatürk’ün sıhhi durumu iyice kötüleşmişti. Nihayet ilk ağır koma 16 ekim pazar günü geldi. Durumu bir bildiriyle halka anlatıldı. Ülke ayağa kalkmıştı. Ülkenin üstüne adeta ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Türkiye nefesini tutmuş, Atası için dua ediyordu. Korkulan olmadı. Atatürk ölümü yenmişti.Nihayet 29 Ekim gelmişti. Cumhuriyet 15. Yaş gününü kutluyordu. Atatürk ise saray’da yatağında “ah Ankara... Ah Ankara’ya gidemedik” diye yakınıyordu.Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadar ki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık halde geçirdi. Genellikle kendinde değildi.7 Kasım sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye başladı. Tükürüğünde kan vardı. Atatürk karnındaki suyun çekilmesini istedi. Doktorlar, onun son buyruğunu yerine getirdiler. Rahatlamıştı.8 Kasım’a girilirken kendini bilmiyordu. Saat 19.00’da ikinci ağır komaya girdi. Gece Anadolu Ajansı durumun ciddiyetini bildiriyordu.Artık bütün Ülke, Ata’sının son saatlerini yaşadığını biliyordu. Ama ağlamaktan ve dua etmekten başka kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.9 Kasım çarşamba sabahı, Atatürk’te adale kasılmalarıyla istem dışı hareketler ve inlemeler görüldü. Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girmişti. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Baş ucundaki doktorlar müşahade defterine “agani” diye not düştüler.Agani: Can çekişme demekti. Resmi tebliği: 9 kasım – saat 24.00, saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vahamete doğru seyretmektedir. 10 Kasım sabahı ulu önderin, boğazındaki hırıltılar azalmıştı. Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı. Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.

Hakan EVRENSEL - Güneydoğu'dan Öyküler 1

KİTABIN ADI Güneydoğu'dan Öyküler 1 KİTABIN YAZARI Hakan EVRENSEL YAYINEVİ VE ADRESİ Ümit Yayıncılık Ltd.Şti.Konur Sok.27 / Kızılay BASIM TARİHİ MART 1999 KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:Hakan Evrensel askerlik mesleğini seçmesini sebebini şöyle açıklar: “Yapa-cağım mesleğin en zoru olmasını seçmemden sonra, mademki en zorunu seçtim o za-man piyade olayım.” der veGünüydoğu’ya görevi gereği ve kendisinin de çok büyük isteğiyle yollanır. Emekliye ayrılmasını mütakip, gazeteciliğe başlar ve başın-dan geçen acı tecrübeleri yazmaya koyulur.KİTABIN ÖZETİ :GÜNEYDOĞUAdından da anlşılacağı üzere Kitabın bu bölümünde Güneydoğu Anadolu böl-gesinde görev yapan bir subayla yapılan söyleşi anlatılmaktadır. Bu söyleşide ismi geçmeyen subay anılarını anlatırken belkide bütün söyleşi boyunca anlatıl-mak isteneni bir cümle ile özetlemektedir. Cümlesinde "ÇATIŞMA BİR ADAMIN BAŞININ ÜSTÜNDEN MERMİ GEÇMESİ DEMEKTİR." Sözü ile çatışmanın ehemmiyetini diğer bir cümlesinde ise "BELKİ ANLATABİLİRİM AMA TAHAYYÜL EDEMEZSİNİZ. BUNDA SİZİN YA DA BENİM SUÇUM YOK. YAŞAMAYAN BİLMEZ."Sözleri ile de oradaki çalışma kuralları-nı, moral durumunu bütün bunları da içine alan askerlik sanatının gerçeklerini özetlemektedir.Yazara askerler hakkında neler söyleyebileceği sorulduğunda şunları söyle-mektedir. "Her halde dünyanın hiçbir ordusunda askere giden adamı düğüne gider gibi davul ve zurna ile uğurlamazlar. Bakın; bize gelen çocukların çoğunun elle-ri kınalıdır. Bunun sebebi ise şudur; Anadoluda kına üç şeye yakılır; Allah'a kurban olsun diye koyuna, kocasına kurban olsun diye geline ve vatana kurbana olsun diye askere giden gençlere..." ÇİFT ÇORAPBu bölümde Güneydoğuda görev yapan askeri birliklerden her hangi birinde bir timin yanında bulunan herkesin sevdiği, tim içerisinde maskot haline gelen bir köpeğin yaptıkları anlatılmaktadır. Köpek dört ayağının patilerinin beyazlığı yüzünden çift çorap adını almıştır. Köpek, herhangi bir eğitim almamasına rağmen birlikle beraber operasyona gider, operasyon-larda bir ciddiyet içerisinde as-kerlerin en önünde ve sessizce hareket ederdi. Bir dereden geçmek gerektiğinde önce çift çorap geçer o kısa bir araştırmadan sonra en sığ yerini bulur, timler de onun geçtiği yerden giderdi. Gece baskınlarına karşı nöbetçileri uyarır, yap-tığı hareketlerle sanki tehlikenin yakınında olduğunu haber verirdi.TIRMANMATim komutanı 5-6 saatlik mesafedeki bir tepede bulunan birliğe telsiz jene-ratörlerini çalıştırabilmek için mazot ve orada bulunan personele erzak götür-mekle görevlidir. Birliğin önünde yürürken köy korucusu mazot tenekesini taşıyan eşek, erzak taşıyan katırlar bulunmaktadır. Birliğini birerli kol halinde ve birbiri arkasından el yardımı ile ve sırt çantalarından tutunarak intikal ettir-meye çalışmaktadır. İntikal esnasında eşek 20-30 m.lik bir yardan aşağı yuvarla-nır, eşek orada ölür. Eşeğin taşıdığı mazot tenekelerini yardan yukarı orada ha-zır bulunan korucu ve erler tarafından sırtlanarak yukarı çıkartılması ve görev yerine götürülmesi anlatılmaktadır.ANITKitapta hiçbir birliğin, karakolun, köyün, mezranın, kişilerin isim ve sıfa-tı verilmemektedir. Bahse konu olan karakolda baskın esnasında bir er karakolun önünde bir kaya parçası üzerinde şehit olmuştur. Birlik personeli o taşı oradan alarak altına başka taşlarla doldurup bir anıt haline getirmişler, üzerine kır-mızı boyalarla Türk bayrağı şeklinde resim yapmışlardır. Anıtı yapanda Erzurumlu dadaş bir askerdir. Anıtı yaparken hiç konuşmamış, hep bir şeyler mırıldanmış-tır. Personelin moral ve motivasyonunu düzeltmek için anıt bir merasim töreniyle açılmıştır. Açılış gününü takip eden birkaç gün içinde anıtı yapan, yaparken de hiç gülmeyen dadaşın bu anıtın yanında şehit düştüğü ve birlik komutanının bir daha hiç anıt yaptırmadığı anlatılmaktadır.GÖREVBu bölümde bir tim komutanının timini göreve hazırlarken nelere dikkat etti-ği anlatılmaktadır. Birlik komutanı birliğini motive edebilmek için en önde ve tüm zorluklara rağmen yağmur çamur, sıcak soğuk, gece gündüz demeden teçhizatını kuşanarak PKK'ya ve doğa şartlarına karşı verdiği mücadele anlatılmaktadır. Bir-liğini hazırlarken personelin üzerindeki mataraların plastikten ses yapmayan malzemeden olmasına, personel üzerindeki künye, kimlik vb. malzemelerin terö-ristlerin eline geçtiğinde aleyhimize kullanabileceği her hangi bir belgenin da-hi olmaması gerektiğine dikkat ederek birliğe görev emrini verir ve ilk adımını attığında kaç kişiyle göreve çıkıp kaç kişiyle geri dönebileceğini düşünmekten kendisini alamadığı anlatılmaktadır.AYAKLARBu bölümde bir askerin en önemli organının ayakları olduğu anlatılmaktadır. Bütün operasyonlarda insanları taşıyan tek organdır. Onlar için silahtan bile önemlidir. Çünkü ayaklar olmasa hiçbir yere intikal edilemez, hiçbir intikalden de geri dönülemez. Bu bölümde istihkak olarak dağıtılan askeri botların nedenli sorun yarattığı ince bir mizahla anlatılmaktadır. Yabancı ülkelerde üretilen ba-zı botların nedenli sağlam oldukları, anti personel mayınlardan bile ayakları koruyabildiği, kendilerinde de bu vb. teçhizatın olmasının faydalı olacağı anla-tılmaktadır.MAYINBu bölümde anlatılan, operasyon esnasında Kuzey Irak sınırındaki yamaç üze-rinde birlik hareket halinde iken bir erin anti personel mayınına basarak aya-ğından yaralanması anlatılmaktadır. Ayrıca yaralı askeri almaya gelen helikopter pilotunun yoğun ateşe maruz kalmasına rağmen bir kaya parçasının üzerine inmeye çalışması birlik komutanına yaralıyı almadan oradan havalanmayacağını, tim komu-tanı ve askerlerin yoğun ateşe karşı yaralı askeri helikoptere taşımaları , he-likopterin mayınlı bölgede inecek yeri olmadığı için askeri kollarından sallaya-rak helikopterin içine atmaları ve yaralı askerin ayak parmaklarındaki tarak ke-miğinden yaralanmasına rağmen damarlarında oluşan hava baloncuğunun kalbine u-laşması sonucu Şehit olması anlatılmaktadır.ÇATIŞMABu bölümde yeri ve bölgesi belirtilmeyen bir yerde PKK'lı teröristler ile girilen bir çatışma anı anlatılmaktadır. Bir tepede teröristlerle sıcak temas sağlanmış, teröristler birliklerin üzerine RPG-7 roketatar ve kalaşnikof tüfek-leriyle ateş ettiği, Mehmetçikte ellerinde bulunan G-3 piyade tüfeği ile gelen ateşe karşılık verdiği, bu esnada F-16 uçakları ve COBRA helikopterlerinin böl-geye ulaştıklarının görüldüğü, F-16 uçakların attığı bombalar sıcak temasta çok yakında bulunan birliği de ses ve blanst etkisiyle etkilediği, hatta atılan bom-badan sonra oluşan toz bulutunun mantar şeklini aldığını ve toz bulutunun dağıl-masının yarım saat sürdüğünü bunun da teröristleri gözden kaçırmaya sebep oldu-ğunu, bu esnada mevzide bulunan iki erin Kanas silahı ile ağır yaralandığını, bunları gören iki er onları geriye çekebilmek için sürünerek yaralı askerlerin bulunduğu tepeye ulaşmak istediği, teröristler tekrar Kanasla ateş ederek bu iki eri de vurduğu anlatılmaktadır. Ayrıca genç bir subay memleketine izine gider. İzninin ikinci gününde eşiyle birlikte Ankara Kızılay meydanında dolaşan genç subay bir anda patlama sesiyleyere atlar. Yattığı yerden bu sesin havan mı roket mi, havanın ve roketin ilk patlama anımı yoksa düştüğü anımı diye düşünürken baş ucunda dizleri üzerine çökük omuzundan kendisini şefkatle ve göz yaşları içinde kaldırmaya çalışan eşini görür ve o an patlamanın bir araba egzosunun sesi oldu-ğunu anlar.TÖREN Bir Tabur Komutanının Şehit olan bir askerinin cenazesini memleketine ötürüp ailesine teslim etmesi için genç bir subaya emir vermesi ve bu subay'ın bu zor görevi kendisine vermemesi için tabur komutanını ikna etmeye çalışması, kendisi-ni en ağır görevlere hatta tek başına operasyona bile gitmeye razı olduğunu söy-ler. Ancak emri alır ve şehit er'in cenazesini alarak yola çıkar. Bu görevin zor da olsa yerine getirildiği anlatılmaktadır.YER VE KİŞİLERİN TAHLİLİ:Kitabın büyük çoğunluğu Güneydoğu’da geçiyor. Daha çok bu bölgenin coğrafi yapısının bir ekisi olarak yazarımızın asker olması nedeniyle olaylar arazide cereyan ediyor. Dağlar, tepeler, karakollardan bir de bakmışınız ki kendinizi Ankara’nın göbeğinde buluvermişiniz. Büyük oranda çatışmalar içeren kitap insanı oralara götürmekle kalmıyor, aynı zamanda insanı buralardan soğutuyor.Kişiler kendi birliğine ait olan insanlar, ancak az da olsa sivil insanlar ve teröristlerden de bahsedilmiş. Onların fiziki ve ruhsal durumunu çok iyi a-çıklayan yazarımız genelde bu kişilerin ruhsal potresinde başarılı.KİTABIN ANAFİKRİ VE DÜŞÜNCELERİMKitap ülkemizin başlıca sorunlarından birine bizim göremediğimiz açıdan bakmış. Çoğulukla insanın gözlreini dolduracak nitelikteki kitabımız, yazım dili veye akıcılığı açısından çok iyi düzeyde değil. Ancak yazar bunu yazarken bu a-maçta olmadığı da belli. Kitabı ilk aldığımda gelen tepkilere göre de kitaptan etkileneceğim açıktı. Zaten bu kitabı okuyanların da bu kitabı sanatsal niteliği açısından okumadığı biliniyor. Özllikle de gelezek için hazırlanan subaylar ola-rak bizlere hayata hazırlanmamızın önemini kavratabilecek kadar önemli bir ya-pıt.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU - KİRALIK KONAK

KİTABIN ADI KİRALIK KONAK KİTABIN YAZARI Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU YAYINEVİ VE ADRESİ İletişim Yayınları Klodfarer Caddesi İletişim Han No: 7 Cağaloğlu 34400 İSTANBUL BASIM YILI 20. Baskı 1999 İSTANBUL 1.KİTABIN KONUSU: Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri XVIII. Yüzyılda görülen ve tanzimatla somutlaşan batılılaşma hareketleri buna bağlı olarak hayat tarzı, değerler ahlak kısacası kültürel değişim. 2.KİTABIN ÖZETİ : KİRALIK KONAKNaim Efendi çok zengin, zengin olduğu kadarda hesaplı bir kişiydi.II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Bir çok defalar valiliklerde dolaştı. İnkılaptan iki sene evvel dolaşık bir dava yüzünden istifasını verdi ve Hükümet işlerinden tiksinerek bir köşeye çekildi. Fakat memuriyet döneminden kalma bayramlaşma ve özel deftere imza olayını hiçbir zaman aksatmazdı.Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul ‘un en kalabalık konağında geçen Naim Efendi eğlenceli meclisleri, ahbap arasındaki sohbetleri, misafirlere ziyafetleri çok severdi. Fakat öyle bir zaman yaşadı ki bunların hepsi yasaktı. Naim Efendi yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu.Bundan beş sene öncesine kadar karısı Nefise Hanımefendi yanı başında idi, rahatını huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünce evin içinde yalnız kaldı. O öldükten sonra yerine Sekine hanım geçti; fakat Sekine Hanım hiçbir cihetten annesine benzetmiyordu. Tabi ki babası gibi çekingen, içinde titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfusuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi.Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Naim Efendinin saflığından yararlanarak bütün iradesini konak içerisinde istediği gibi yürütüyordu. Servet Beyin oğlu Cemil henüz yirmi yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların sadık gediklisi idi. Bu yaşında bir çok zevkleri vardı. Biraderinin küçük sırlarında vakıf olan Seniha ise son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe ince ve çolak vücudu ipek böcekleri gibi daima biçim değiştirme, başkalaşma içerisindeydi.Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam beşte konağın salonunda nadir görülen bir hanımefendi edasıyla ziyaretçilerini beklerdi. Seniha salonun bir köşesinde iki genç kızla halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu şiirleri dinler, gözüküyordu. Bu genç kendisinden iki ay küçük olmasına rağmen ve bir çok şiiri bazı mecmualarda çıkmasına rağmen ona parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Saat beşe henüz gelmişti ki; Faik Bey konağı ziyarete geldi. Faik Bey Cemil’in yakın arkadaşları arasındaydı. Kumral, zayıf, uzun saçları iyi taranmış bir gençti. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş olduğu için hareketlerinde hiç sahte görülmeyen bir zarafet ve kıvrak vardı. Faik Bey ile Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bilirlerdi.Fakat, buna da hafif bir flört manasını verirlerdi. Zira Faik Bey, pek çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Günden güne aralarındaki sevgi çoğalmaya başladı. Faik Bey için Seniha’yı sevmek birdenbire vazgeçilmeyen ihtiyarlardan biri oluverdi. O şimdi kumara ne kadar düşkün ise, Seniha’yı da o kadar arıyor. Seniha’ya kendini o kadar düşkün hissediyordu. Dört günlük bir ayrılıktan sonra sabah Faik Bey konağa geldi. Henüz herkes uykudaydı. Saçları karma karışık, yüzü sapsarıydı. Yanaklarında üç günlük bir sakal, toz renginde bir kir tabakası vardı. Seniha ne var? Ne oldu? Demek isteyen gözlerle Faik Bey’ i süzdü. Faik Bey sessiz bir şekilde hiçbir şey söylemiyordu. Seniha daha sonra kardeşi Cemil’ den öğrendiği kadarıyla Faik Bey’ in kumarda Üç yüz elli lira kaybettiğini ve paraya ihtiyacı olduğunu öğrendi. Cemil parayı Seniha’nın büyükbabasından istemesini söyledi. Seniha’nın bunun mümkün olmayacağını söylemesi üzerine Cemil Seniha’nın elmaslarını rehin koymasını istedi.Seniha dolabını açtı içinden bir çekmece çıkardı. Çekmecenin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil’e uzattı.Ve hayatında ilk defa olarak ağır ve ciddi bir şekilde düşündü, kaldı. Hayat bir an içinde, ona çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne bayağı, ne beyhude, ne kirliydi... Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zerafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kağıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kafiydi.Seniha kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvel ki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti.Konağı kiraya verip kardeşi Selma Hanımefendinin yanına taşınma bahsi çıktığından beri Naim Efendi’ nin rahatı huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o kadar katıydı ki hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.NAİM EFENDİ;“Burada doğmuşum, burada yaşamışım, ihtiyarlamışım! Nasıl bırakır giderim? Diyordu.”SELMA HANIM;“Burada, fareler, örümcekler ortasında yapayalnız öleceğine, benim yanımda benim gözüm önünde ölürsün” diyordu.Konak, Naim Efendiyle beraber, her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır bir tokmakla vuruluyor ve bir çok gıcırtılarla mustarip bir hayvan gibi sarsıla açılıyordu.3.KİTABIN ANA FİKRİ:Kiralık Konakta Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemindeki toplumsal nedenler dile getirilir.Kiralık Konak İmparatorluğun çöküş çanlarının kulak yırtan sesleri içinde, kuşaklar arasındaki değişen değer yargıların buna bağlı olarak da yaşam biçimlerinin çelişkisini sergileyen bir romandır. 4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:Seniha – Faik – Hakkı Celis üçgeni romanın yapısının iskeletidir. Toplumsal rüzgarların savurduğu bu insanlar birer yaprak gibi uçuşuyorlar, hiç toprağa düşmüyorlar. Kiralık Konaktaki kahramanların ortak özelliklerinden biri de düşündükleri, ettikleri dünya ile gerçek yaşamları arasındaki bağlantısızlıklardır. Onlar için yaşamın her gerçeği birer beklenmeyen darbedir.5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER: Konağın dağılıp satılığa çıkarılmasıyla biten roman bir zümrenin çöküntüsünün üç kuşaklık hikayesidir.Kiralık Konak İmparatorluğun çöküş çanlarının kulak yırtan sesleri içinde, kuşaklar arasındaki değişen değer yargıların buna bağlı olarak da yaşam biçimlerinin çelişkisini sergileyen bir romandır. 6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:27 MART 1889’ da Kahire’ de doğdu.1908’ de ailece İstanbul’a yerleştiler.1913’te ilk hikaye kitabını çıkardı.Milli mücadeleye tam destek verdi.1921’de Ankara’ nın çağrısı üzerine Anadolu’ya geçti.Önce Mardin sonra Manisa milletvekili oldu.Bir süre politika yaptıktan sonra CHP’den istifa etti.13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü.Başlıca eserleri şunlardır:Öyküleri:Bir Serencam,Rahmet,Milli Savaş Hikayeleri Romanları:KiralıkKonak,Nur Baba, Hüküm Gecesi,Sodom ve Gomore,Yaban,Ankara,Bir Sürgün,Panorama,Hep O ŞarkıDüzyazı-şiir-anı-makale-monografi:ErenlerinBağından,Ergenekon,Okun Ucundan,Atatürk.

Peyami SAFA - Fatih-Harbiye

KiTABIN ADI Fatih-HarbiyeKiTABIN YAZARI Peyami SAFAYAYIN EVi VE ADRESi INKLAP VE AKA KiTABEVLERi/iSTANBULBASIM YILI 19841. KİTABIN KONUSU : Kütür çatışması.2. KİTABIN ÖZETİ : Şinasi ve Neriman iki yakın ailenin çocuklarıdır. İkisi de Darülfün’ün farkli bölümlerinde okumaktadirlar. Günler geçtikce birbirlerine olan ilgi artar ve nişanlanırlar. Neriman batıya ilgi duyan bir kızdır. O dönemlerde batıyı Harbiye temsil eder. Neriman’ın Harbiye’de akrabaları vardır. Bu sayede kendine Harbiye’den çevre edinir ve Macit ile tanışır. Macit’in batı tarzlı bi yapıya sahip olması Neriman’I etkiler ve Şinasi’den soğur. Macit bir gün Neriman’I bir baloya davet eder. Bu Neriman için çok sevindirici bir olaydır. Daha sonra baloda giyeceği elbisenin provası icin bir eve gider ve orda bir Rus bayanla tanışır. O’nun aşk hikayesini dinler. Daha sonra bu hikayeden bir anlam çıkartarak hatasının farkına varır ve gerçek aşkı olan Şinasi’ye ,Fatih’e, geri döner.3. KiTABIN ANA FiKRi : Tutkularımızın esiri olmamalı ve gerçekten bize önem veren insanlarin fakına varmalıyız.4. KiTAPTAKi OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEGERLENDiRiLMESi : Neriman:Darülfünun’da okuyan ve Fatih’te oturan genç kız. Tutkulari ve hayalleri onu şaşırtır.Şinasi :Kitapta doğu kültürünün ana temsilcisidir.Neriman’in nişanlısıdır.Macit : Harbiye’de oturur. Batı kültürüyle yetiştiği için Neriman’ı etkiler.5. KiTAP HAKKINDAKI ŞAHSi GöRüŞLER :6. KiTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BiLGi: Peyami Safa İstanbul’da 1899 yılında doğdu . Düzenli okul ögrenimi göremedi ,kendi kendini yetistirdi.Birinci dünya savaşı yıllarında öğretmenlik yaptı.(1914-1918)Bu yıllarda bir yandan da edebiyatla ilgileniyordu. Biri yerli ve Kopanlıklar Kıralı adlı (1913) diseri çeviri ve Üc Kardes adlı(1918) birer hikayelik iki kücük kitap çıkarıyor,Fagfur (1918) v.b. gibi sanat dergilerinde hikaye çevirileri ve makaleleri yayımlanıyordu.Savaş sonunda ,kardeşinin isteğiyle memurluktan ayrılıp basın hayatına atıldı. Çıkardıkları Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesinde Asrın Hikayeleri genel başlığı adı altında halk için gazete hikayeleri yazdı. İlk otuz-kırk tanesi imzasız yayımlanan bu hikayeler o zaman çok beğenildi ;yazar devrin ileri gelen bazı sanatcıları ( Yakup Kadri Karaosmanoglu ,Yahya Kemal Beyatlı,Omer Seyfettin v.b.) tarafından teşvik edildi.O tarihten sonra yalnız gazetelerde çalıstı fıkra ,makale ve roman yazarı olarak geniş bir üne ulastı.Bu arada Kültür Haftası (1936)ve Türk Düşüncesi (1953-1960) adlı ikide dergi çıkardı İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendini Fasizm akımına kaptırdı ;savaş sonrasında çalıstığı parti gazetelerine göre ikide bir agız değiştirerek siyasal bir dengesizlik içinde bocaladıgı, genellikle gerici bir takım görüslerin savunuculugunu yaptı.Atatürk’ün sağlığında Türk Inkılabına Bakışlar(1938) adlı bir kitap yazmısken Atatürk’ün ölümünden sonra devrin düsmanı bir yol tutu. Oglu Merve Safa’yı kaybettikten 3 ay sonra 15 Haziran 1961’de Istanbul’da öldü.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU - PANORAMA

KİTABIN ADI PANORAMAKİTABIN YAZARI YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLUYAYIN EVİ VE ADRESİ REMZİ KİTAP EVİ.ANKARA CAD.İSTANBULBASIM YILI 19931. KİTABIN KONUSU:Bu roman memleketimizdeki mühim bazı hadiseleri, inlılabımızın ne gibi tehlikeler arasından yetiştiğni anlatan yazarın olgun bir eseridir.1923 ve 1952 yıllarını kapsar. Inkılabımızın tehlikeleri atlatmadığı, pusudan yatan yobazların varlığı önemle vurgulanmaktadır.Roman Atatürk’ün devrimine ayak uydurmayanları,ayka uyduranların yürüyüşe devam etmediklerini ve devam edenlerin ise ne hallerle düştüklerini sergilemektedir.2. KİTABIN ÖZETİ:Romanda geçen hadiseler yapılan inkılap hareketlerinin sonrasını kapsamaktadır, hala bu devrimlerin yıkılmış Osmanlı’ya yönelik bir hareket olduğunu sananlar vardı, bunlar yeni devleti geçiçi bir yönetim şekli gibi görüyor ve eski rejime dönmek ve hatta eski rejimi daha da yobazlaştırmak istiyorlardı. Kısacası ‘’ inlılap’’ sözcüğünün anlamını bilmeyenler vardı.Çalıştığı bankada müdür olan Servet Bey sıkıntılarla kavuştuğu bu makamın tadını çıkarıp zenginleşmiş ve üstüne alım satım işine de uzanınca paraya para dememiştir. Nedim adında yakışıklı bir oğlu ve gözü yukarılarda olan Hollywood meraklısı.Sevim adında . sosyetik ortamlarda bulunan özenti genç kızı vardı.Inkılap savuncularının ensağlamlarından olan milletvekili Halil Ramiz kafasında irtica yapısına bir yer bulamdığı için toplum içinde yalnız kalmaktadır.Atikler köyüne gidip orada Fazlı Bey denilen,nice oyunlarla parti başkanlığına gelmiş bir düzembazın halkı sömürmesinden, haksız yere konutlara el koymasından rahatsız olmuş bunun üzerine avukat olan ve Fazlı Bey’e baş kaldıran tek köyün sözcüsü durumundaki Kenan Bey ile bu işleri sorgulamaya başlamıştır.Bunun üzerine genel sekreter tarafından azarlanacak ve istifasını verecektir ki bu hareketi onu tamamiyle yalnız bırakacaktır.Yüreği vatan sevgisi ile çarpan Osman Nuri Bey namuslu bir memurdur,başarılı olmasına rağmen aksilikleri hiç terk etmemiştir.Bu hareketi eşi Saniye Hanımı Çökertmiş iki çocuğunu da evden soğutmuştur. Semra’nın ağabeyi Fuat kendine kitaplarla çevrili bir dünya yaratamıştır.Memleketde kendini tepeden inme bir inkılabın köksüz öncüleri sayan Ahmet Nazmi ve Cahit Halid gibi insanlardan ziyade Tahincizade Hacı Emin Efendi gibi fes yasağı ile evine kapanmış, irtica harekeytinin başlamasını dört gözle bekleyen , farz olan namaz vakitleri arasında ikişer rekat daha kılan,eşini kölesi gibi kullanan yobazların sayısı daha ağır basıyordu.Emektar dadısıyla yaşayan Komiser Hamdi Bey üç evlilik yaşamış ve hepsini ölümle bitirmek zorunda kalmıştır.dördüncü eşi olan Nebile Hanım geceleri eşinde yeterli cinsel isteği görmediğinden huzursuz olmaya başlamıştır.Altı ay geçmesine rağmen bakire olan bu genc kızın vücudunda Bu ortamda sadece ayak tabanları Hamdi Bey tarafından temasa maruz kalmıştır.işte gecen altı ayın bir gizemli gecesinde oynamak istediği bir kundak oyunu onun maskesini düşürtmüştür.Tüm eşlerini katili olan bu adam tespit edilmiş ve altı yıllığına ceza evine girmiştir.Müteahhit Sırrı Bey paraya para dememektedir, kedisi Mühendis Ragıp Bey’in yakın dostudur, genç mühendis , dostu Servet Beyin kızı Sevim’in tecavüze uğrayıp ruhunu dengesini kaybetmesi üzerine tedavi amacıyla Servet Beyin eşi ve Sevim’in kardeşi yurt dışına acıkarlar. Bahsettiğimiz Atikler köyünde Emeti Nine diye bilinen,kocasını ve iki oğlunu vatana feda etmiş ve Nefise ile Ali adında çocuğuyla yaşamına devam eden bir kadın vardır.Ali,Fazlı beye kafa tutanların başındadır ve bu yüzden kaptırmak istemediği mer’a için uğrayıp candostu Karabaş ile hırpalanacaktır.Bu sıralarda Atatürk ölüm döşeğindedir ve sanki O yanına bu milleti de yatırmış gibiydi.O’nun sağlığını yakından takip edenlerin sayısı bi hayli yüksek olmasına rağmenO’nun yaptıklarını takipçisi yok denecek kadar azdır,yanında bir devrimide götürüyordu Atatürk.Bu ortamdan rahatsız olanlarda vardı,Emin Efendinin Tahir CHP mensubuydu ve Ata öiünce hortlayacak olan yobazların tepkisinden oldukca rahatsız oluyordu ve korkuyordu.On iki yılı evinde geciren Hacı Emin’e göre bu yaslı ortam ,okunan türkçe ezan ,dışarda başı boş gezen kadınlar hep kutsal insan olarak gördüğü araplara karşı çıkışımızdan bize verilen cezalardı.Bu yobaz adam evinde kaldığı müddetde besleme kızı Fatma’ya göz koymuş ve ondan bir çocuk metdana getirmiştir.Bu sırada sevim kaldıkları otelden yabancı bir gençle kaçmıştır,Ragıp Bey İstanbula dönüp kendini bir mitingde bulmuyor, neler olduğunu anlayamadan fakirleşmiş,politikaya atılmış,sefil bir hayat süren eski milyoner dostu Sırrı Bey’e rast geliyor.Bu sefil adamın bir zamanlar yanında şöfor konumunda olan Hayri Bey şimdi toplumda Hayri Beyefendi diye bilinmektedir.Eski komiser Hamdi Bey ceza evinden çıkımıştır,dadısının yanına gider.Romanda yer yer seselilikleriyle ortaya çıkan Pertev’in eşinin kardeşi bu dadının yanında oan yardımcı olmaktadır ve çok geçmeden bu serseri de eve yerleşecektir. 1946 seçimleri ile CHP hukumeti kurulmuştur,din dersleri okullara konmuş,Türkçe okunan ezan kaldırılmış ve imam hatip liseleri açılmıştır.Emin Tahicioğlu bunları bir aldatmaca olarak değerlindirmektedir. Bu sırada hacılara verilen inadiye isimli başlık Hacı Emin’I on iki yıl ardan sonra dışarı çıkartacaktır.Semra zengin bir adamın metresi durumuna düşmüştür ve bu üzüntÜ annesini daha fazla ayakta bırakamaz, Fuat bu olaylarla iyice bunalmıştır ve kavga ettiğ dostu Ahmet Namzi’nın evine gider,evde yaşadıkları tartışma sonucu dışarıda bir gezintiye çıkarlar ve içlerindeki nefreti bir tarikatın ayin yaptıkları türbeye girip boşaltınca tepeden inme inkılabın bu köksüz öncüleri de hayata gözlerini yumarlar.3. KİTABIN ANAFİKRİ:Türk inkılabının temellerinin lazım geldiği kadar tehlikelerden uzak olmayışıdır.4. KİTAPDAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ.Eserde adı gecen karaman sayısının çok fazla olaması nedeniyle başlıca kahramanların değerlendirilmesini yapacağım:Servet Bey : Bir bankada müdürlük yapan bu şahıs, fakirlik içinde büyümüş, okuluna zor şartlarda devam etmiş ve meşrutiyet döneminde gittiği Paris şehrinde aldığı öğrenim sonucunda bu makama gelmiştir.Mühendis ragıp Bey: Servet Bey’in kızına aşık olan , zengin , beyefendi, dürüst bir vatanseverdir.Romanaın büyük bir bölümünde Sevim ile yurt dışındadır.Halil Ramiz : İnkılabımıza gönülden bağlanmış , feragat sahibi ,ileri düşünüşlü bir milletvekili.Hacı Emin Efendi: Şapka inkılabından sonra yıllarca evine kapanmış, ev halkının sürekli huzurunu bozan ,şeriat hayranı olan ve Atatürk’ü yaptığı devrimden dolayı dinsiz sayan ve O’ndan nefret eden zengin bir yobazdır.Komiser Hamdi Bey: Nazik , iyi yürekli , dürüst bir memur,üç defa evleniyor üçündede eşlerinin katili oluyor fakat dördüncü eşini durumu anlaması üzerne ceza evinde giriyor.Fuat:Başarılı bir vatansever oğlu olan bu şahıs felsefeye fazlasıyla dalan birisidir.Anmet Nazmı Bey: Chait Halid adındaki dostuyla inkılabımıza öncülük etmeye çalışan fakat sonradan arkadaşının bu yoldan sapması üzerine tek kalan bir felsefe öğretmenidir.5.KİAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Bu roman Türk inkılbı’nın gecirdigi safahlardan tablosunu önümüze seriyor ve bize bazı uyarılarda bulunuyıor.Hacı Emin örneği gibi kendi köşesine çekilmiş şahısların bize tehlike yaratabileceğini ve bunların zamanı gelince başımıza üşüşebileceğini altını çiziyor.6.KİTAP YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:27 Mart Kahire’de doğdu.13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü.1903’te İzmir İdadisi’ne girdi.1908’de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmedi. 1921’de Ankara’ya çağrıldı ve bezi görevler verildi.1931’de Manisa milletvekili oldu.1932’te Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı.savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için kadro dergisinin 1934’te yayımına son vermek zorunda kaldımasından sonra Tiran elçiliğine atandı.Daha sonra 1935’te Prag , 1939’ta La Haye,1942’te bern,1949’ta Tahran ve 1951’bern elçiliklerine getirildi.BAŞLICA YAPITLARI:Roman : Kiralık Konak,1922; Nur Baba,1922; Hüküm gecesi,1927; Yaban ,1932; Ankara,1934; Panorama , 2 cilt, 1953 - 1954 Öykü: Bir Serencam, 1913; rahmet, 1923; Milli savaş Hkayeleri, 1947 .Anı: Zoraki diplomat, 1955; Anamaın Kitabı,1957; Vatan Yolunda ,1958.Çeşitli: Bütün Eserleri,ilk 15 cilt,(ö.s.),A.Öskırımlı(yay.), 1977-1984.

REŞAT NURİ GÜNTEKİN - TANRI DAĞI ZİYARETİ

KİTABIN ADI: TANRI DAĞI ZİYARETİKİTABIN YAZARI: REŞAT NURİ GÜNTEKİNYAYIN EVİ VE ADRESİ: MİLLİ EĞİTİM BASIM EVİİSTANBUL BASIM YILI: 1971KİTABIN KONUSU:Kitapta Ortaasya’da Karkum cumhuriyetinde bir diktatörün etrafındaki insanların tanımak için yaptığı bir oyun anlatılmaktadır.KİTAP ÖZETİ:Ülkenin diktatörü Kantamel Tanrı dağında bir evde av partisi düzenler. Bu partide diktatörün kızı, karısı,parti başkanı,başvekil,dahiliye nazırı,doktoru gibi kendi yakınları bulunmaktadır.Eğlencede diktatörün otuz yıl önce öldürtmek istediği general arkadaşının oğlu da telsizci bir asker olarak bulunmaktadır. Diktatör kızını eğlencede bulunan amerikan elçisiyle evlendirmeyi düşünmektedir.fakat kızı elçiyi sevmemektedir. Kızı Ayel çocukluk arkadaşı olan telsizciyi sevmektedir.Diktatör Kantamel avdan döndüğünde birkaç saat arayla gelmiş üç tane telgraf geltirirler. Bu telgraflar seçimle ilgildir. İlk telgrafta yazana göre açılan sandıklara göre parti ikinci sıradadır ve başkentin bazı kısımlarında ayaklanmalar olmuştur, fakat polis asayişi sağlamaktadır. Diktatör telgrafı okuduğu zaman herkez dehşete düşmüştür. Dahiliye nazırı,vali,başvekil merkez dönmek isterler. Fakat diktatör onlara engel olur. Herkez ikinci telgrafıda okumasını ister. Diktatör ikinci telgrafıda okur. Telgrafa göre ülkenin on ilinde parti ikinci sırada, sadece dört ilde birinci siradadır. Diktatör telgrafı okuduğu andan itibaren salondakilerin keyfi iyice kaçmıştır. Kimsenin yemek yiyecek hali yoktur. Bazıları diktatöre ufak saygısızlıklar bile yapmıştır. Diktatör nihayet üçüncü telgrafıda okuduğu zaman partisinin kaybetmiş olduğunu ve yeni yönetimdekilerin ihtilal yaptıklarını ve kendilerini öldürmek için yola çıkmış olduklarını öğrenirler. Artık birçoğunun diktatöre saygısı kalmamıştır. Komutan Mola bir bölük asker ve elçiyle birlikte kaçar. Bu arada harekatın başında diktatörün yıllar önce affettiği general Erhan’ın olduğunun haberi gelir. Diktatörün yakınları sürekli diktatörü suçlamaktadırlar.Herkezin birbiriyle tartıştığı bir anda general Erhan’ın askerlerle birlikte eve iyice yaklaştığı haberi gelir. Diktatör gidip vuruşucağını söyler. Kimse arkasından gelmez. Diktatör dışarı çıktığında birkaç el silah sesi duyulur ve ardından kapı açılır. İçeri önce General Erhan girer. İçeridekiler canlarının bağışlanması ümidiyle;yaşasın General Erhan, yaşasın kurtarıcımız gibi sloganlar atarlar.General Erhan’ın ardından içeri diktatör girer. Herkez çok şaşırır. Çünkü onun az önce öldüğünü sanırlar.Diktatör, komutan Mola ve telsizci asker dışında diğerlerinin bilmedikleri bir nokta vardır. Aslında kendi partileri birinci gelmiştir. Öteki parti hiçbir ilde birinci gelmemiştir. General Erhan’sa sadece eski dostunun daveti üzerine gelmiştir. Bütün bu olanları diktatör kendi planlamıştır. İçerdekiler gerçeği öğrendikleri zaman çok utanırlar. Artık diktatör’ün yüzüne bakacak halleri kalmaz. Fakat diktatör onları affeder. Çünkü hayatı boyu bu tür yalakalara alışmıştır. Düzenlediği oyun sayesinde onları daha da yakından tanımış olur.KİTABIN ANA FİKRİ:Etrafımızdaki insanları seçerken çok dikkatli olmalıyız. Onların gerçek dost olup olmadıklarına iyice kanaat getirdikten sonra onlarla dostluk kurmalıyız.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:Diktatör: Ülkenin başkanıdır. Siyasetten yorgun düşmüş, iyi yürekli bir insandır.Ayel: Diktatörün kızıdır. Son derece şımarık biridir.Komutan Mola: ülkenin başkomutanıdır. Diktatör’e çok sadıktır.Parti Reisi: Partinin başkanıdır. Çıkarcı bir insandır.Telsizci: Genç bir askerdir. Dürüst ve sağlam bir kişiliğe sahiptir.General Erhan: Diktatör’ün eski arkadaşıdır. Diktatör’ü sevip saygı duymaktadır.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Kitap tiyatro türünde yazılmıştır. Tiyatro olmasına rağmen çok akıcı ve zevkli bir kitaptır. Herkezin okumasını tavsiye ederim.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:26 Kasım 1889 yılında İstanbul’da doğdu.Babası Doktor Nuri Bey’dir.Önce Çanakkale okuyan Güntekin daha sonra İzmir’de Frerler mektebine devam etti.Reşat Nuri,1912 yılında İstanbul Darulfünunu Edebiyat Şubesini bitirdikten sonra liselerde edebiyat, fransızca ve felsefe okuttu. 1931 ve 1943 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerini görme fısatı buldu.1939 ve 1943 yılları döneminde Çanakkale milletvekilliği yaptıktan sonra 1947’de başmüfettişlik ve 1954’de Paris kültür ateşeliği yaptı.Reşat Nuri Güntekin, hikaye, roman, gezi notları, oyun, mizah yazıları ve çeşitli konularda makaleler yazdı.Bazı Romanları:Harabelerin Çiçeği, Gizli El, Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Damga, Akşam GüneşiBazı Hikayeleri:Gençlik ve Güzellik,Recm, Roçild, Eski Ahbab, Sönmüş YıldızlarBazı Oyunları:Gönül Veya İnhidam, Babür Şah’ın Seccadesi, Hançer, Asker Dönüşü.

REŞAT NURİ GÜNTEKİN - ESKİ HASTALIK

KİTABIN ADI ESKİ HASTALIKKİTABIN YAZARI REŞAT NURİ GÜNTEKİN YAYIN EVİ VE ADRESİ İnkîlap Kitabevi,Ankara Caddesi ,No:95 Sirkeci İSTANBULBASIM YILI 19841.KİTABIN KONUSU:Farklı kültürler çerçevesinde yetişmiş iki insanın hayatlarını birleştirmeleri sonucunda meydana gelen mutsuz bir evlilik;aşk,tutku ve sadakat ve vefa kavramları çevresinde dönen olaylar kiabın konusunu oluştur.2.KİTABIN ÖZETİ:Züleyha,küçük yaştan itibaren annesiyle birlikte İstanbul’da yaşayan bir kızdır. Batı kültürünün yaşam tarzında büyüyen ve eğitimini bu yabancı okularda tamamlayan Züleyha’nın babası Ali Osman Bey ,subay olup bu yıllarda Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için Millî Mücadeleye katılır. Züleyha’nın İstanbul’da geçirdiği yıllar aynı zamanda İstanbul’un düşman altında olduğu yıllar olduğu için batı kültürünün etkisi oldukça fazlaydı. Züleyha’nın dayısı Şevki Bey’in tanınmış kişilerden olması sebebiyle bu yaşantıdan uzak değildir.Millî Mücadelenin sona ermesiyle Ali Osman Bey,İstanbul’a geri döner. Fakat burada kalıcı değildir. Ailesininde kendisiyle Anadolu’ya gelmesini ister. Züleyha’da tahsilini yarıda bırakarak ailesiyle birlikte Anadolu’ya gider. İlk başlarda ortama alışamayan Züleyha daha sonra duruma ayak uydurur. Artık Züleyha babasıyla ilgilenir olur ve babasının kahramanlık hikayelerini dinler olur.Burada babasının emir subaylığını yapmış Yusuf’la tanışır. Fakat Yusuf, Züleyha’nın Ali Osman Bey’in kızı olması nedeniyle aynı ortamda bulunmaktan kaçınır. Bu zaman zarfında Züleyha’nın annesi vefat eder. Züleyha’yı babası ile Yusuf’un Annesi teselli eder. Daha sonra Yusuf ile Züleyha evlenir ve dünyaya bakış tarzlarının farklı olması nedeniyle araları açılır,mahkemeye başvururlar. İstanbul’a geri dönen Züleyha dayısının yanına gider. Ve ordan da korkarak İzmir’e taşınır. Züleyha geçidiği trafik kazası nedeniyle hastanede yatmaktadır. O arada Yusuf Züleyha’yı hastaneden alır ve Gölyüzü’ne döner. Yolculuk esnasında araları oldukça yumuşar. Eve vardıktan birkaç hafta sonra mahkeme kararı gelir ve artık resmen ayrılmışlardır. Yusuf’un tüm bunlara rağmen kendisini hastaneden alıp eve getirme nedenini Yusuf’un Ali Osman Bey’e olan saygısından olduğunu öğrenen Züleyha trenle İstanbul’a geri döner.3.KİTABIN ANA FİKRİ:İnsan ilişkilerinde en önemli husus olan karşılıklı sevgi ve saygıyı geliştirmemiz için ,bunların yanı sıra aşk , sadakat gibi değerlerede önem vermeliyiz4.KİTABTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:Kitabtaki olaylar çok iyi kurgulanmakla beraber yapılan tasvirlerle daha da kuvvetlendirilmiş,gerçek dışı bir tasvire yer verilmemiştir.ZÜLEYHA: Çevresindeki kişilerden ve olaylardan kolaylıkla etkilenebilen,insanlar üzerinde otorite kurmayı amaçlayan ,kibirli bir kızdır.YUSUF: Gelenek ve göreneklerine oldukça bağlı, yüksek eğitim görmüş,Ali Osman Bey’e sonsuz saygısı olan bir insan.ALİ OSMAN BEY: memleketini ve insanlarını seven,halkın sevdiği bir komutandır.Züleyha’nın yanlış düşüncelerinden vazgeçmesi için çalısır.5.KİTAB HAKKINDAKİ SAHSİ GÖRÜŞLER: Kitab konusu ve olayları itibariyle oldukça sürükleyici,bilgilendirici ve düşündürücü bir kitabtır.6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:Reşat Nuri Güntekin, 1889’da İstanbul’da doğdu. Edebiyat fakültesi’ni bitirdi. Liselerde öğretmenlik ,müdürlük ve Paris Kültür Ateşeliği yaptı. Romanları,hikayeleritiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirilri vardır.

CENGİZ AYTMATOV - CEMİLE

KİTABIN ADI : CEMİLEKİTABIN YAZARI : CENGİZ AYTMATOVYAYIN EVİ : ÖTÜKENBASIM YILI : 1990SAYFA SAYISI : 64KİTABIN KONUSU: Danyar ve Cemile’nin gönlü bir tesadüftür birleşir, bilinmezlik ikliminde. Gizliden gizliye severler birbirlerini. Önceleri kendilerine dahi itiraftan korkarlar. Lakin aşkın sis perdesi her ikisini de sarmıştır bir kere. Cemile adlı bu roman:Cepheden yeni dönen Danyar ile kocası cephede olan Cemile’nin yasak aşkını anlatıyor.KİTABIN ÖZETİ: Kendim için çok değerli olan tablonun karşısına geçiyor ve tabloya uzun uzun bakıyorum.Tabloda sonbaharın solgun görüntüsü var.Rüzgar,uzaktaki sıradağların üzerinden hızlı hızlı kayan küçük alabulutları kovuyor.Ön planda,koyu kızıl renkte bir pelin bozkırı.Ve bir de,son yağmurlardan sonra kurumaya vakit bulamamış kapkara bir yol.Yağmurdan yumuşayan tekerlek izleri boyunca iki yolcunun ayak izleri uzayıp gidiyor.İzler uzaklaştıkça silikleşiyorlar. O iki yolcu ise,bir adım daha atsalar çerçeveden dışarı çıkacaklar sanki.Bu yolculardan biri…Savaş başlayalı üç yıl olmuştu.Aile büyükleri uzak cephelerde,Kursk ve Oral önlerinde savaşıyorlardı.Büyük erkeklerin harcı olan günlük ağır işler henüz onbeş yaşına basmamış olan çocukların omuzlarına yüklenmişti.Avılda iki akraba ailenin evleri yanyanaydı.Diğer evin aile reisi ölmüş ve karısı iki çocuğuyla kalmış.Kabilede hala yaşatılan eski geleneğe göre ,dul bir kadının çocuklarını alıp başka bir yere gitmesine izin verilmez.Onun için bizimkiler bu kadını babamla evlendirmişler.Babam ölenin en yakın akrabası olduğundan,atalarının ruhuna saygısı ve ödevi,onu bu kadınla evlenmeye mecbur etmiş.Böylece bizim evde ikinci bir aile olmuş. Bu evde iki oğlunu verdi orduya.Bunlardan büyüğü olan sadık,askere gitmeden az önce evlenmişti.Sadık’ın annesi mert,hatır sayan,kimseye kötülük düşünmeyen bir kadındı.Talihde yüzüne gülmüş,ona çalışkan bir gelin vermişti:Cemile,çalışkanlıkta annenin benzeriydi.Yorulmak nedir bilmez,her işten anlayan ama hareketleri biraz farklı bir kadın.Birgün eve geldiğimde avluda onbaşı Ozmat’ı gördüm.Erkekler olmayınca tahıl çuvallarını Avıl’dan istasyona asker eşlerinin taşımasına karar vermişlerdi. Bunun için Cemile’yi istiyordu.Annem ilk önce razı olmadı.Daha sonra benimde Cemile’nin yanında gitmem şartıyla Ozmat annemi razı etti.Bizle beraber köye cepheden yeni gelen Danyar’da gelecekti.Danyar’ın şaşılacak yanı,sürekli dalgın olmasına rağmen,çok hızlı çalışması ve iyi iş yapmasıydı.Onu gören,açık yürekli hiçde çekingen olmayan bir insan sanırdı ama o aksine içine kapanık bir insandı.Birgün Cemile’yle Danyar’ın arabasına ağır bir çuval yükleyerek şaka yaptık.Danyar o an bunu çok ciddiye aldı fakat ertesi gün hiç bir şey yokmuş gibi davranmaya devam etti.Bu eşşek şakasından dolayı Cemile kendisini Danyar’a karşı mahçup hissediyordu.Dönüşte Cemile şarkı söylemeye başladı.Sesi güzeldi ve onu dinlemek bir zevkti.Bir an durdu ve Danyar’a seslendi:-Hey danyar,sende bir türkü söylesene! Sen yiğit değilmisin yani!Danyar atlarını durdurarak biraz mahcup,cevap verdi:-Söyle Cemile söyle,can kulağıyla dinliyorum seni!-Ne yani bizim kulağımız yok mu?Anlaşıldı söylemek istemiyorsun.Ve Cemile söylemeye devam etti.Ondan türkü söylemesini niçin istemişti acaba?Belki öylesine istemişti,belki de onu konuşturmak istiyordu.Az sonra tekrar türküsünü kesip bağırdı: -Hey Danyar,sen hiç aşık oldun mu?Böyle dedi ve gülmeye başladı.Danyar soruya cavap vermiyor ve susuyordu. Cemile’de sustu.“Birine türkü söyletmenin en iyi yolu bu diye”düşündüm ve güldüm.Dereyi geçtikten sonra Danyar kamçısını şaklattı ve birdenbire türkü söylemeye başladı.Yavaş sesle,kesik kesik söylenen bu türküde çok dokunaklı,coşkulu benim anlatamayacağım bir şey vardı.O günden sonra hayatımızda bir değişiklik olduğu belliydi.Ben artık sürekli olarak iyi bir şeyin olacağını bekliyor,bunu istiyordum.Her zamanki gibi istasyondan geliyorduk.Bu defa Danyar’a bir şeyler olmuştu:Türküsünde öyle tatlı öyle dokunaklı bir sevecenlik ve yalnızlık duygusu vardı ki ona olan sempati ve merhametten insanın gözleri sulanıyor,boğazına bir şeyler takılıyordu.Cemile,danyar’ın arabasına bindi ve onun yanına oturdu.Elini göğsüne koymuş ve sanki taş kesilmişti.Ben arabanın yanında yürüyor,hafifçe hızlanarak öne geçiyor ve gözucuyla onlara bakıyordum.Danyar sanki Cemile’nin varlığını hissetmemiş gibi söylüyordu türküsünü.Cemile Danyar’a iyice sokulmuş,başını hafifçe onun omzuna dayamıştı.Danyar’ın sesi titredi,sonra yeni bir kuvvetle yine gürledi,çınladı.Danyar şimdi bir aşk türküsü söylüyordu.Bu engin bozkırda ben iki aşık görmüştüm.Beni farkedemiyorlardı bile.Bambaşka iki insan olmuşlardı.Danyar’I dinlerken her zaman duyduğum o anlaşılmaz heyecan beni yine sardı.Ve bir anda,ne istediğimi apaçık anlayıverdim:Ben,onların resimlerini yapmak istiyordum.Avıl’a döndüğümüzde resmi yapmaya başladım.Kendimi öyle kaptırmıştım ki etrafımda olanları ne görüyor, ne duyuyordum. Ancak tepemde bağıran bir sesle kendime geldim:Cemile idi bu.Önümdeki resmi gördü ve resme uzun uzun baktı.Ve-Onu bana ver,hatıra olarak saklayacağım.Böyle dedi ve kağıdı katlayıp koynuna soktu.İki yıl aradan sonra o sonbahar tekrar okula döndüm. Derslerden sonra sık sık çay kenarına gider,şimdi teredilmiş ve ıpıssız harman yerinin yakınında bir yere oturdum.Birden yanyana giden iki insan gördüm. Cemile ile Danyar,vadide patikadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları fundaların arasında iki defa daha göründü ve sonra kayboldular…-Cemileeee! Diye bağırdım olanca kuvvetimle.Aklımı kaybetmiştim sanki.Dereye dalıp,suların içinde arkalarından koşmaya başladım.Hızla giderken birden düşüp yuvarlandım.Gözlerimden çeşme gibi yaş akıyordu.İşte o zaman yerde uzanıp yattığım o anlarda,birden anladım Cemile’yi sevdiğimi.Evet,sevmiştim ve bu benim ilk çocukluk,ilk gençlik aşkımdı.O an ben yalnız Cemile’den ve Danyar’dan değil,çocukluğumdan da ayrılmıştım. Şimdi onlara bakıyor ve Danyar’ın sesini işitiyorum.Beni de yola çağırıyor:Demek ki bavulumu alıp gitmenin zamanı geldi.Ben de bozkıra,kendi köyümüze döneceğim ve orada yeni renkler arayacağım.KİTABIN ANA FİKRİ:Sevgi engel tanımaz.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Danyar:Savaştan yeni dönmüş, bir ayağı aksak, genç ve yorgun bir delikanlıdır. Yetim büyümüş,içine kapanık biryapıya sahiptir. Yüreğinin gizlerini kimseye açmamıştır. Sessizdir hem de çok sessiz. Gözleriyle konuşur.Belkide pek zahmetli geçmiş öksüzlük yılları ona duygu ve düşüncelerini gizlemesini öğretmiştir.Cemile: Tabiatı Danyar’dan farklı da olsa, düşüncelerini konuşarak gizler.Sert mizaçlı, lafını esirgemeden dobra dobra konuşur. Kimilerini bu tavrı rahatsız etse anne onun en çok bu yönünü sever. Hal ve tavırlarında serbest, büyüklerine saygılıdır. Oldukça da güzeldir. Kocası evliliklerinin dördüncü ayının ertesinde savaş dolayısıyla askere gitmiştir. Kocasının ara sıra gönderdiği mektupların son satırlarında geçen “Karım Cemile’ye selamlar” cümlesi, cemilenin deli dalgalar gibi coşan yüreğini tatmin etmez. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Küçük bir çocuğun ağzından anlatılan romanda tahliller:ayrıntılı,kısa ve sıkıcı olmayacak şekilde yapılmıştır.Yazarın dili sade ve sürükleyicidir.Sadece iki insan arasındaki sevgi değil vatan sevgisi,doğa sevgisi çok güzel işlenmiştir.Cemile adlı bu romanı herkesin okumasını tavsiye ederim. YAZAR: Kırgız Türk romancı. Kırgızistan'ın Şeker köyünde doğdu. Cumbul'da baytar okulunu (1946) ve Kırgızistan Tarım Enstitüsü’nü bitirdi (1953). Deneme çiftliklerinde çalıştı. Bir müddet Moskova'da Gorki Enstitüsü'nde staj gördü. Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye kabul edildi. 1963'te Lenin Ödülü'nü aldı. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Kırgızistan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkesini Lüksemburg'da büyükelçi olarak temsil etti.Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtmış, yaşadığı coğrafyanın insanının tarih içinde kazandığı değerleri, acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içinde düştüğü zor durumları eserlerinde en güzel şekilde anlatmış, onların çözümlerine dair ipuçları göstermiş, eserlerinde kendi ifadesi ile ‘tipik insan’ı ortaya koymaya çalışmış bir yazardır.Hikayelerinde milletinin temel mülkü olan milli hafızaya ait efsane, destan, masal hikaye ve türküleri, bunların meydana geldiği şartları, ardındaki hikayeleri, insanları kullanırken, Kırgız Türk kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, maddi manevi zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmış.Hikayelerinde halkının değerlerini, dertlerini, varsa onun içindeki çürümeyi anlatan yazarın en önemli özelliği, özüne bağlılık, kendinden, halkından, coğrafyasından haberdar olma olarak kendini gösteriyor.Hikayelerinde, Kırgız Türklerinin zengin şifahi kültürüne ait efsaneleri, masalları, türküleri kullanışında gözlenen coşku da yazarın bu yanının en bariz göstergesi durumundadırÜlkemizde bilinen ve en çok satan kitapları: Toprak Ana, Elveda Gülsarı, Yıldırım Sesli Manascı, Yüzyüze – Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Dişi Kurdun Rüyaları, Cemile – Sultan Murat, Beyaz Gemi, Kızıl Elma – Oğulla Buluşma - Beyaz Yağmur – Asker Çocuğu – Deve Gözü – Cengiz Han’a Küsen Bulut, Kassandra Damgası

NAMIK KEMAL - İNTİBAH

KİTABIN ADI: İNTİBAHYAZARI :NAMIK KEMALYAYIN EVİ :INKILAP VE AKA KİTAP EVLERİBASIM YILI :1984KİTABIN KONUSU:Babasının ölümünden sonra Ali Bey büyük bir çöküntü içerisine girmişti. Artık yaptığı hiçbir şeyden zevk almıyor acısıyla yaşıyordu. Annesi Fatma Hanım kocasının acısını bir kenara bırakmış oğlunun bu hali için endişeleniyordu. Ali Bey sık sık Çamlıca’ya çıkmaya ve arkadaşlarıyla beraber olmaya başladı. Yine Çamlıca’da bulunurken Mehpeyker adında güzel bir bayanla tanıştı. Hayatında ilk kez aşık olan Ali bey daha Mehpeyker’i tanımadan ona deli gibi bağlanmıştı. Artık sık sık Çamlıca’ya çıkıyor Mehpeykerle beraber oluyordu. Mehpeyker bin bir yalanla onu esir almış peşinden dolaştırmaya başlamıştı. Ali Bey artık eve geç saatlerde gidiyor annesini bile pek düşünmüyordu. Bazı geceler Mehpeyker’in evine gidiyor onunla beraber oluyordu. Yine onunla buluşacağı bir gün onu beklerken yakınların birilerinin onun hakkında konuştuğunu duydu. Konuşulanları dinledikten sonra kulaklarına inanamadı. Yanındaki adamlar sevdiği kişi için akla gelmeyecek şeyler söylüyorlardı. Dayanamayıp adamların üzerlerine yürüdü. Bunu diyenlerden biri de arkadaşı Atıf Bey’in dayısıydı. Arkadaşı onu yatıştırmaya çalışıyordu. Sonunda adamları dinledi ve gerçekleri öğrendi. Mehpeyker’in ne kadar değersiz ve ahlaksız bir kadın olduğunu, onu da kandırdığını anlattılar. Hiç birine inanmak istemiyordu. Çünkü o hayatında ilk kez aşık olduğu insandı ve bu kadar kolay olamazdı ondan kopması. Söylenenlere aldırış etmeden hala eskisi gibi onu sevmeye devam etti. Ama içinde bir şüphe oluşmuştu.Atıf Bey arkadaşını bu aşiftenin elinden kurtarmak için en büyük şahit olan dayısını da yanına alıp annesiyle konuştular. Annesi de oğlunun bu halinden şikayetçiydi. Ve hep beraber bir fikir buldular. Eve Mehpeykerden çok daha güzel bir cariye alınacak ve Ali Bey’in ondan soğutmaya çalışacaklardı. Ve Fatma hanım bu maksatla ondan kat kat daha güzel olan Dilaşup adında bir kızı eve cariye olarak aldı.Tüm bu söylenenlere rağmen Ali Bey Mehpeyker’le olan ilişkisine devam ediyor ve onun evinde daha sık kalıyordu. Kendi evinde bulunduğu bir gün Dilaşup’u gördü ama kalbi hala dolu olduğu için ona karşı hiçbir şey hissetmedi. Annesinin ısrarlarına rağmen ondan kopamadı. Annesiyle yaptığı büyük bir tartışmadan sonra yine Mehpeyker’e sığınmak üzere onun evine gitti. Gittiğinde onu evinde bulamadı ve gece sabaha kadar onu bekledi. Artık içindeki şüpheden emin olmuştu. Geceyi evinden başka bir yerde geçirdiğine göre Mehpeyker söylenildiği kadar ahlaksız bir kadındı. Ertesi gün kadın gelince ne söyleyeceğine bile fırsat vermeden ondan koptu ve onu kalbinden silerek annesine döndü. Tüm her şeyi unutarak Dilaşup’la evlendi. Artık Mehpeyker de intikam alma hırsıyla yanıp tutuşmaya başladı. Ali Bey’i kendinden alan Dilaşup’a iftira atacak ve onu lekeleyecekti. Araya bir çok kişiyi sokarak Ali Bey’i buna inandırmayı başardı. Nereden geldiğini bile bilmediği Dilaşup’a atılan iftiralara inanmış bu oyuna kanmıştı. Çünkü Ali Bey söylenilen her şeye inanacak kadar saftı. Olayların iç yüzünü bile araştırmada kabulleniyor kimsenin açıklama bile yapmasına meydan vermiyordu. Sonunda annesini de ikna edip Dilaşup’tan koptu ve onu başka bir eve cariye olarak sattılar. Artık yeni sahibi de onu bu hallere düşüren Mehpeyker’di. Mehpeyker Ali Bey’e tekrar sahip olabileceğini düşünüyor. Ona mektuplar yazarak her şeyi açıklayabileceğini söylüyor onu tekrar kandırmaya çalışıyordu. Ancak Ali Bey tüm bu olanları unutup hayatında yeni bir sayfa açmak istiyordu. Ama hiç de umduğu gibi olmadı. Acı ve üzüntü kendini içkiye ve kumara vermesine sebep oldu. Bütün her şeyini kaybetmiş ve annesini de kendi gibi acı ve üzüntü içinde bırakmıştı. Annesi daha fazla bu acıya dayanamayarak öldü. Artık hayatta hiçbir sevdiği ve beklentisi kalmayan Ali Bey gün geçtikçe kötüye gidiyordu. Ali Bey’i tekrar elde edemeyeceğini anlayan Mehpeyker onu öldürtmeye karar verdi. Bunun için zengin bir dostundan yardım istedi. Kendini içkiye, kumara veren ve sürekli kadınlarla beraber olan Ali Bey başına geleceklerden habersizdi. Beraber olduğu bir kadının evinde onu öldürme planları yapıldı ve eve götürüldü. Evde Mehpeyker ve Dilaşup ta vardılar. Ali Bey eve geldiğinde içki içip sızması beklendi. Bu sayede onu öldürmeleri daha kolay olacaktı. Dilaşup’un da tüm bu planlardan haberi vardı ve ne olursa olsun eski kocası olan Ali Bey’i ölümden kurtarmalıydı. Katil ve Mehpeyker, Ali Bey’in uyuyup kalmasını beklerken gizlice onun bulunduğu odaya gidip bütün bu kötü planlardan onu haberdar etti. Ali Bey’in biran önce evdev kaçması gerektiğini söyledi. İkna olan Ali Bey sonunda pencereden atlayıp oradan kaçtı. Ali bey kaçtıktan sonra katil onun yerine Dilaşup’u öldürdü. Ali Bey polisleri toplayıp eve geldiğinde Dilaşup çoktan öldürülmüştü. Katil ve Mehpeyker’in kaçtığını gören Ali bey onları da öldürdü ve sonunda hapse girdi. Ara sıra izin alıp sağ iken kıymetini bilemediği annesi ve Dilaşup’un mezarlarını ziyarete gidiyordu. Ama artık çok geçti, SON PİŞMANLIK FAYDA ETMEZ...KİTABIN ANA FİKRİ:Kitabın son cümlesinden de anlaşılacağı üzere kitabın ana fikri son pişmanlığın fayda etmediğidir. İnsanlar söylenen sözlere bu kadar çabuk inanmamalıdırlar. Sevdiklerimizden kopmamız bu kadar kolay bu kadar basit olmamalı. Sağ iken bilemediğimiz kıymetlerini öldükten sonra bilmeye çalışırız ama artık çok geçtir. Sonunda pişman olmak istemiyorsak insanları dinlemeyi bilmeli ve her söylenenle kesin bir yargıya varmamalıyız.ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:Ali Bey: Zengin bir ailenin tek evladı. Yirmi yaşlarında bir delikanlı. Özel öğretmenler tarafından yetiştirilmiş kültürlü biriydi. Kültürlü olmasının yanında son derece sinirli ve kanı oynak bir çocuktu. Karakterinin tabii bir neticesi olan hiddetini, aldığı iyi terbiye ve gördüğü şefkatli muameleler sayesinde, yenebiliyor gibi görünüyorsa da yine aynı karakterinin bir neticesi olan herhangi bir şeye lüzumundan fazla adeta esirlik derecesinde düşkünlüğü hemen her halinden anlaşılırdı. Her neye merak sarsa, her işini bir yana bırakır,dünyayı unutur sadece onunla meşgul olurdu. Arzu ettiği şeyi gerçekleştirmek için en büyük fedakarlıktan çekinmezdi. O arzusunu gerçekleştiremediği zamanlarda günlerce hastalanır; geceleri gizli gizli ağlardı. Fatma Hanım: Kocasının ölümünden sonra dünyadaki tek varlığı olan oğlunun üzerine eğilmişti. Kocasının ölümünden duyduğu acıları bir kenara bırakmış, oğlunun haline endişeleniyordu. Her ne kadar fazla kültürlü değilse de çok zeki bir kadındı. Kültürlü bir erkekle yirmi beş yıl kader arkadaşlığı yapmış, kocasının eğitiminden faydalanmış, gördüğü, işittiği olaylardan pek çok gerçekler çıkarmasını öğrenmişti. Mehpeyker: Terbiye ve ahlak bakımından Ali Bey’in tamamen zıddıydı. Alçak namussuz bir aileden yetişmiş; daha on dört, on beş yaşına gelmeden rezaletin her çeşidini öğrenmişti. On beşini bitirdiğinde artık profesyonel bir aşifteydi. Son derece şehvet düşkünü olduğu için hoşlandığı erkekleri bin bir cilve altında hükmü altında tutmak ister ve bunu da ustalıkla başarırdı. Güzel erkekleri gerçekten severdi; fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi. Dilaşup: saçları sırma gibi parlak sarı;alnı, vicdan saflığının aynası denilecek surette duru beyaz; kavisli ve kalınca kaşları, saçlarına nispetle biraz kumral; tatlı mavi gözleri en duygusuz kalplerde bile sevda uyandıracak derecede mahmurdu. Sevdiğine son derece bağlı bir cariyeydi. Atıf Bey: Arkadaşlığa son derece önem veren bir insandı. Onlar için hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı. Ali Bey’in en zor anlarında onun yanında olmuş; düştüğü kötü durumlardan kurtarmak için elinden geleni yapmıştı.YAZAR HAKKINDA BİLGİ: Namık KEMAL; 21 Aralık 1840 yılında Tekirdağ’da doğdu. Dedesinin yanında özel bir eğitim aldıktan sonra Kars’a ve Sofya’ya gitti. İstanbul’a geldiğinde 17 yaşındaydı ve Fransızca’yı öğrenmişti. Şinasi ile tanışrak Tasvir-i Efkar’da yazmaya başladı. Daha sonra Ziya Paşa ile birlikte Londra’da Hürriyet Gazetesi’ni cıkardılar. Başta Vatan Yahut Silistre piyesinin halk üzerinde yarattığı heyecan olmak üzere gazetede ulusun gözünü açacak nitelikte yazılar yazdığı için birçok yere sürgün gönderildi.Edebiyatımızın hemen her türünde eser varmiştir. Eserlerinde toplumsal konular olan vatan, millet, hürriyet kavramlarını işlemiştir. Şiirimizi mistisizmden dinamizme yöneltir. Mecazlardan, manzumlardan,söz oyunlarından şiir dilini kullanır. Türkçe’nin kurallarını eksiksiz düzenlemek, halkın kullandığı kelimeleri benimsemek,dili külfetli sanatların baskısından kurtarmak gayesindedir. Sanatı halkı uyandırmak, topluma fayda sağlamak, düşüncelerini yaymak için bir araç sayar. Şiir,makale,tarih,eleştiri,biyografi,roman,tiyatro türlerinde eserler verir. Ulusun bozulan moralini kurtarmak maksadıyla Vatan Yahut Silistre’yi (1873)yazar; sevmedikleriyle zorla evlendirilenlerin bahtsızlığını Zavallı Çocuk(1873);en kahraman bir kocaya bile ihanet edebilen bir kadının dramı Akif Bey(1874);zalim bir sancak beyine karşı halkın isyanı Gülnihal(1875);konusu Harzemşahlar döneminde Türk tarihini olan Celalettin Harzemşah(1885); Hindistan’da Baburlular zamanında bir olayı işleyen Karabela(1910) en tanınmış oyunlarıdır. Romanları; kötü bir kadının ihtiras ve entrikalarına kapılan bir gencin felaketini anlatan töre romanı İntibah(1876); islam birliği ülküsüyle yazılan tarihsel romanı Cezmi(1880). Eleştirileri: Tahribi Harabat(1874); Takip (1875) Renan Müdafaanamesi.

Tarık BUĞRA - KÜÇÜK AĞA

KİTABIN ADI : KÜÇÜK AĞAKİTABIN YAZARI : Tarık BUĞRAYAYIN EVİ : Milli Eğitim YayınlarıBASIM YILI : 19901. KİTABIN KONUSU:Kitap, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte, Osmanlı Devleti’nin durumunu, bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak , kurtuluş mücadelesi-nin bir bölümü anlatılmaktadır.2. KİTABIN ÖZETİ:Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, bir çok asker memleketlerine geri döner.Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmaktadır. Bu erlerden biri de Salih adlı Akşehirli bir askerdir. Kolunu kaybeden Salih, memlekete gittiğinde çok şeyin değiştiğini görür.Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı birbirinden soğur. Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum’dur ve gelişmelerden o da etkilenir. Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri geldikçe ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artar.Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber, arkadaşı Niko’dan kopamaz. Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar.Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır. Osmanlı ve Padişah’a olan güvenci de sarsılır. Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olur. Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih, ibadetten uzaklaşır. Öte yandan, halk işgallere tepkisiz kalmama kararı alır, fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır.Salih, günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini üstüne çeker ve artık istenilmeyen biri olur. Bu sırada, kasabaya “İstanbullu Hoca” adında bir hoca gönderilir. İstanbul’dan gönderiliş amacı: Kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır. Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır.Vaazlarda, cemaate Osmanlı padişahı ve din lehinde düşüncelerini aktarır. Bu sırada, memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte, kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulur. “Kuvayı Milliye” adı verilen bu örgüt, Anadolu’da işgalleri önlemek, İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur. Fakat Kuvayı Milliye’nin işi çok güçtür. Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana bir çok örgüt vardır. Hoca’nın vaazları Kuvayı Milliye ilkelerine ters düşmektedir. Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir, Kuvayı Milliye ise padişahtan kurtulmak, yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir. İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuvayı Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir.Hoca ise, halka kendini çok sevdirmiştir, çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır. Fakat, Hoca da kendi içinde bir yandan yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır. Kuvvacılarla Hoca arasındaki çatışma, zamanla iyice açığa vurur ve vaazlarda Hoca, karşıt fikirler açıklar.Olaylar gelişirken, Salih ise unutulmuşluk ve terkedilmişlikten bir kaçış olarak, Kuvayı Milliye’ye katılmaya verir. O’nu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır. Salih, bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır.Kuvvacılar, bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır. Hoca, karısı, çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla, Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Kuvvacılar ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır. Hoca, hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır. Kuvvacılar, Hoca’yı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir. Kuvayı Milliye her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir. Salih, Hoca’yı bulur ve padişah hizmetinden vazgeçirerek, Kuvvayı Milliye yararına çalışmaya ikna eder.Salih ve Hoca, Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri, milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır. Fakat düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca, Çerkez Ethem ve kardeşleri, zıt bir tavır takınarak, Kuvvayı Milliye’ye ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır. Hoca ise, bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar. Hoca’nın amacı, Çerkez Ethem ve kardeşlerini, Kuvvayı Milliye’ye karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile, olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır. Bu sırada, Hoca, Salih’ i haber edinmek için Akşehir’e yollar. Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir.Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile Kuvvayı Milliye yararına çalışmaktadır. Hoca’nın Kuvvayı Milliye yararına çalıştığı haberi, Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuvvacı olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır. Başta Kuvayı Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuvvacılar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar.Hoca, Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında, O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuvayı Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise, Yunanlılara sığınır. Hoca, bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir. Savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilir, iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturur. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise, Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder. Daveti kabul eden Hoca, Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın, bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür. Fevzi Paşa, Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca, bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlar. Memleket, zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir. Bu sırada Küçük Ağa, yani İstanbullu Hoca, Ankara'da kendisini Akşehir'den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuvvacı Doktor ile buluşur. Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu, kendisi dışındakilerin O’nu “Küçük Ağa” diye tanıdıklarını anlatır.Hoca ise, artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.Küçük Ağa, Fevzi Paşa ile birlikte, Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür. Eşi ve Çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur, fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder, fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca, daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder.3. KİTABIN ANAFİKRİ:Kitabın anafikri, Kurtuluş Savaşı’nı sırasında vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık duygusu gibi konuların önemini ortaya koymaktadır.4. KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Küçük Ağa(İstanbullu Hoca): Kurtuluş mücadelesine büyük hizmetler vermiş binlerce kişiden biri.Salih: Birinci Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybetmiş ve hayatının anlamını Kurtuluş Mücadelesi ile tekrar kazanan biri.Çerkez Ethem: Kurtuluş Savaşı başlarında, vatan ve millet için büyük hizmetler vermiş, cephede büyük başarılar göstermiş, fakat düzenli orduya geçme kararı alındığında, tamamen zıt fikirleri benimsemiş ve zararlı olmuş bir çete reisi.Doktor Haydar Bey: Dünya Savaşı’nda Yüzbaşı rütbesiyle görev yapmış ve milli mücadele yıllarında Kuvayı Milliye’ye büyük hizmetler vermiş bir asker.5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLERTürk toplumunun verdiği en büyük milli mücadele örneği olan Kurtuluş Savaşı, gerçekçi şekilde bize yansıtılmıştır. Dönemin zorlukları, şartları ve kişilerin fedakarlıkları abartısız biçimde anlatılmıştır. Kitabın yazılışında kullanılan dil, ağır olmakla birlikte, kitabın anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. 6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ2 Eylül 1918 tarihinde Akşehir'de doğdu. İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. İstanbul Lisesi'nin yatılı kısmında okurken bu lisenin yatılı kısmının kapatılması üzerine kaydını Konya Lisesi'ne aldırdı ve liseyi burada bitirdi. (1936). Lise yıllarında Tarık Nazım müstear ismiyle hik(ye ve şiirler yazmaya başlayan Tarık Buğra, İstanbul Üniversitesi Tıp ve Hukuk fakültelerinde bir süre okuduktan sonra kaydolduğu Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü'nün son sınıfında ayrıldı. Askerlik hizmetinden sonra Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavini olarak işe başladı. Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada Oğlum(uz) adlı öyküsüyle bin liralık büyük ödüle layık görüldüğü ilan edildi. (1948). Ancak, Tarık Buğra'ya bu para yerine altın bir kalem ödül olarak verildi. Aynı yarışmada Doğan Nadi'nin bölük komutanı birinci ilan edildi ve bu zatın hikayeci olarak adına ikinci bir kez daha rastlanılamadı. Yine de bu ödül neticesinde aldığı yoğun iş teklifleriyle basın hayatına atılma konusunda cesareti artan Tarık Buğra, Akşehir'e dönerek Nasrettin Hoca gazetesi'ni çıkardı (26 Temmuz 1949-28 Haziran 1952). Milliyet gazetesi, Vatan, Yeni İstanbul gazetesi (1952- 1956), Yol Dergisi (1968) ve Tercüman gazetesinde (1970-1976) sanat sayfaları düzenledi, fıkralar yazdı, yazı işleri müdürlüğü yaptı. Hisar dergisi ve Türkiye gazetesinde de yazan Tarık Buğra, 26 Şubat 1994 tarihinde İstanbul'da öldü.

Reşat Nuri Güntekin - ÇALIKUŞU

ÇALIKUŞUPek küçük yaşındayken annesi ölen feride, babası da sınır sınır dolaşan bir subay olduğu için büyükannesinin yanında büyümüştür. Okul çağına gelince Feride’ yi İstanbul’ da ki bir Fransız kız yatılı okuluna yollamışlardır. Feride neşeli, zeki, çok asi, ele avuca sığmaz çok hareketli bir kızdır. Fırsat buldukça bir erkek gibi ağaçlara tırmanıp daldan dala atladığı için öğretmenlerinden biri onu çalıkuşuna benzetmiş, sonra da bu benzetme, onun adı olarak kalmıştır.Babasının da ölmesi üzerine Feride’ nin, yakını olarak sadece bir teyzesi kalmıştır. Feride, okulun büyüklü küçüklü tatillerini her zaman teyzesinin evinde geçirmektedir.Bu teyzenin Kamuran adlı, Feride’ den büyük bir oğlu vardır. Kamuran Feride’ ye karşın ağır başlı, kız gibi bir erkekdir. Bu yüzden Feride sürekli onla dalga geçmektedir. Fakat bunların arasında Kamuran, Feride’ yi farkinda olmadan büyük bir aşkla sevmeye başlamışdır. Bu sevgi bir sure sonra karşılıkta görür. Feride de Kamurana karşılık vermektedir. Feride’ nin teyzeside bu durumu çok istediği için, Feride okulunu bitirdikten sonra iki gencin evlenmeleri kararlaştırılır.Düğün hazırlıkları tamamlanmak üzereyken, bir gün kadının teki çıka gelir ve Feride’ ye Kamuran’ ın Avrupa’ da bulunduğu sırada orda bir kızla aşk yaşadığını söyler. Bu durum hiçbir şeyi umursamaz gibi görünen Feride’ yi çok derinden etkilemiştir. Feride bunun sonucunda gururuna yenilir ve derhal teyzesinin evinden uzaklaşır, yolunu izini kaybettirir. Bu yüzden evlenmede gerçekleşemez.Feride nereye gideceğini düşünürken onu çok seven süt annesi aklına gelir ve oraya gider. Süt annesi onu görünce çok sevinmiştir. Feride bir süre süt annesinin evinde kalır. Bu arada oraya buraya başvurur bir iş için çünkü süt annesini daha fazla rahatsız edemeyeceğini ve yanındaki paranın da ona çok fazla yetmeyeceğini bilmektedir. Başvurularının sonunda Anadolu da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Şimdi o hayat dolu hiçbir şeyi umursamayan genç kız artık bir öğretmen olmuştur. Feride Anadolu’ yu hiç yadırgamaz. Zeyniler adlı bir köyde öğretmenliğe başlar. Zeyniler köyü Anadolu’ nun çok ücra bir köşesindedir. Bu köyde Feride yaptığı her şeyi günlüğüne yazmaya başlar.Bir zamanlarının hayat dolu asi genç kızı şimdi hayatı tanıma yolundadır.İster istemez ağır başlı olmayı öğrenmiştir. Ama başına gelen bunca şeye rahmen kötümser değildir. O köydeki fakir üstü yırtık pırtık olan öğrencilerini çok sevmiştir. Öğrencilerinin her biriyle ayrı ayrı ilgilenmek ona büyük bir zevk vermektedir. Öğrencileri arasında Munise adında ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş bir kız vardır. Annesi yüzünden köylüler kızıda hiç sevmiyorlar. Feride, Munise’ ye acır ve onu evlatlık alır. Feride cok mutlu olmuştur , aynı zamanda Munise’de çok sevinmiştir bu olaya.Bir süre sonra Zeyniler köyü okuluda kapatılır. İşsiz kalan Feride başka bir yerde öğretmenlik yapmak için başvurmak amacıyla ile gider. Milli Eğitim Müdürlüğünde eski bir okul arkadasına rastlar ve onunla Fransızca konuşur, Milli eğitim müdürüde bu olayı görünce, Feride’ yi merkezde kız öğretmen okulunda fransızca öğretmeni olarak görevlendirir. Feride fiziki olarak çok güzel bir kızdır ve bu fiziki güzelliğinin burda çok fazla göze çarpması Feride’ yi endişelendirir. Ayrıca Feride’ nin öğretmenlik yaptığı okuldaki müzik öğretmenide Feride’ ye karşı büyük bir aşk duymaktadır. Fakat bu aşk bir ümitsiz vakadır. Ayrıca şehirde büyük dedikodularada yol açmıştır. Feride’ nin burda peşine bir çok erkek düşmüştür. Bu durum ise Feride’ yi endişelendirmektedir. Bu yüzden tayinini ister. Böylece birkaç yer dolaşır. Bir surede İzmir’de varlıklı bir ailenin kızlarınada özel ders verir. Fakat Feride’ nin gittiği her yerde muthiş fiziği ve güzelliği başına dert açmaktadır. Feride’ bu güzelliği ve yalnızlığı çok kişinin dikkatini çekmektedir.Feride daha Zeyniler’deyken bir askerin yaralanması ve oraya getirilmesi sırasında doktor Hayrullah Beyle tanışmıştır. Doktor, Feride’ ye bu kadar güzel bir kızın böyle bir yerde ne aradığını, kesinlikle bir aşk meselesi yüzünden gelmiş olduğunu söylemiş Feride ise bunu reddetmistir.Yıllardan sonra tekrar Kuşadasın’ da buluşurlar.Bu sırada Feride’ nin okulu kapatılıp hastaneye çevrilmiştir. Feride artık doktorum himayesine girmiştir. Bir hasta bakıcı gibi doktora yardım etmiştir. Doktor Feride’ yi ve artık büyümüş olan Munise’ yi kendi öz kızları gibi sevmektedir. Ancak bu sırada doktor bir gün ağır hastalığı olan birine bakmaya gittiği zaman Munise ağır bir sekilde hastalanır. Doktor dönesiye kadar kız yavaş yavaş, acı çeke çeke ölür. Munise’ nin nezle sanılan hastalığı kuşpalazıdır.Feride, Munise’ nin ölmesinden sonra kendini kaybedecek şekilde hastalanır. Günlerce doktorun evinde yatar. İyileştiği sıralarda doktor Hayrullah bey ne kdar yaşlı olursa olsun ikisi için bir söylenti cıkmıştır. Bu da o zamanın şartlarından dolayı olmuştur. Kasabayı türlü dedikodular alıp götürmektedir. Bekar bir erkeğin evinde genç güzel ve bekar bir kadının olması cok fazla dedikoduya yol açmıştır. Doktor bu dedikodulardan kurtulmak için çok pratik bir yol bulmuştur. Feride’ yide zorla ikna ederek evlenmişlerdir. Ancak tabiki bu evlilik sadece kağıt üzerindedir ve dedikoduların bitmesi içindir. Feride doktoru babası gibi sevmektedir. Doktor, Feride’ nin defterini bulmuş ve baştan sona kadar okumuştur. Feride’ nin her şeye rağmen Kamurano sevdiğini öğrenmiştir. Gizli araştırmalar yapar. Kamuran bu zaman içinde evlenmiş ve eşi olmüştür. Şimdi dört yaşlarındaki çocuğu ile yaşamaktadır. Doktor, Kamuran’a bir mektup yazar ve bu mektupta Kamuran’ a bütün olan biteni anlatır. Feride’ yse bu sırada defterinin kaybolduğunu sanmaktadır ve defterini bütün aramalarına karşın bulamamıştır. Doktor yazdığı mektupla defteri ve bazı belgeleri paket haline getirmiştir. Feride’ ye ölümünden sonra bu paketi Kamuran’ a götürmesini vasiyet etmiştir.Doktor zaten oldukça yaşlıdır bu yüzden kısa bir süre sonra da ölür.Feride, doktorun ölümünden sonra, hem paketi teslim etmek hem de çok özlediği teyzesini görmek üzere, Tekirdağı’ na teyzesinin yanına gider. Niyeti orda fazla kalmamaktır. Paketi teslim edip bir iki gün kalıp Kuşadası’ na geriye dönmektir. O günlerde ne rastlantı ki dinlenmek icin Kamuran’ da tekirdagı’ na gelmiştir. Feride paketin içinde neler bulunduğunu bilmemektedir. Bu içinde neler bulunduğunu bilmediği paketi teslim eder. Ama doktorum öldüğünü onlardan gizlemiştir. Böylece Kuşadasın’ da doktorun yaşadığı bahanesiyle zorlanmadan geriye dönebileceğini ummaktadır. Fakat umduğu gibi olmaz teyzesi bu paketi Feride gitmeden bir gün önceden Kamuran’ a verir. Kamuran o gece kardeşiyle birlikte defteri okur. Böylece, Feride’ nin kendisini hala sevmekte olduğunu anlar. Hemde doktorun tembihlerini öğrenir. Kendisiyse, Feride gittiğinden beri Feride’ yi unutamamiştir ve hala sevmektedir.Feride, yeterince kaldığını ve geri dönmesi gerektiğini söyleyerek yola çıkmak üzere hazırlanır. Feride hayatla cok didişmiş ve artık bu gücünü yitirmiştir. Artık doktorunda olmadığı Kuşadası’ na gitmek onunda hic işine gelmemektedir. Kuşadası’ na dönmek, Feride’ yi cok fazla üzmüştür. Ama bu durumunu etrafındakilere hiç belli etmemektedir. Bunu atrafındakilerin anlamasını istemez. Feride’ yi götürecek araba kapıya yaklaşır. Fakat bu bir oyundur. Kamran ve kardeşinin hazırladığı bir oyundur. Feride arabaya yaklaştığı zaman arabadan birden Kamuran iner ve feride’ yi kucaklar. Zaten tüm ev halkıda Feride’ nin tekrar yuvadan uçmasını istemiyorlardır. Bunun için tüm ev halkı elbirliği yapmıştır. Feride’ nin tüm istemiyormuş gibi davranmaları olmaz demeleri falan boşadır. Kırık dökük kelimelerle bu oyundan kurtulmaya çalışmıştır ama nafile kurtulamamıştır. Çünkü, Kamran artık kararlıdır ve ikinci bir gaflete düşmeyecektir. Bunu Feride’ yede onu bir daha kaybetmeyi göze alamayacağını ve onu suan bile deliler gibi sevdiğini söyler. Çalıkuşu, gizli bir mutlulukla ve huzurla kendini Kamuran’ ın kollarına atar.ROMANDAN ALINTI... İki saat sonra muhtar, Munise’ nin babasıyla beraber mektebe geliyordu. Ben bu adamı fena çehreli, korkunç, zalim bir adam diye tasavvur ediyordum. Halbuki ufak tefek, hasta, yorgun bir ihtiyardı. Bana, İstanbul’ lu olduğunu, fakat kırk seneden beri memleketini görmediğini söyledi. Eski bir rüyayı anlatır gibi tereddütlerle Sarıyer’ den, Aksaray’ dan bahsetti. Munise’ yi bana vermeye razı oluyordu; fakat ona pek cok acıdığını hissettim. Çocuğu mesut etmek için elimden geleni yapacağımı, onu daima kendisine göstereceğimi vaadettim.Zeyniler’ in fakir, karanlık mektebi bu güne kadar, böyle bir kavram, böyle şenlik görmedi. Bundan eminim. Munise ile sevincimizden odalara, sofalara, sığamıyorduk. Kahkahalarımız, saçaklardan uyuşmuş kuşları uyandırıyor gibi tavanlardan şen cıvıltılar geliyordu.Munise, birkaç saat içinde nazlı bir küçük hanım halini almıştı. Al faniladan bir elbisem vardı ki, ben giyemezdim. Onu bir parça daraltıp kısaltarak ona koket bir kostüm yaptım. Kız bu elbise içinde, nasıl anlatayım, bir içim su, ağza alınınca eriyen fondan şekerleri gibi bir şey oldu.Kar, bir gün evvelki şiddetini kaybetmekle beraber hala devam ediyordu. Akşamdan evvel, çocuğu elinden tutarak bahçeye çıkardım. Hatice hanım, Zeyni baba’ nın kandillerini yakmaya gidinceye kadar gezdik, birbirimizi kovaladık, mezar taşları arasında top muharebesi yaptık.Neşemiz, ihtiyar kadının çatık yüzünü bile güldürmüştü: Haydi artık içeri girin, üşüyeceksiniz, hasta olacaksınız derken tatlı tatlı sırıtıyordu.Üşümek mi? İnsanın içinde güneş yanarken üşümek mi? Bu akşam, gökyüzü bana, batıdan doğuya kadar dallarını uzatmış bir ağaç gibi göründü; yavaş yavaş sallandıkça, üstümüze çiçeklerini döken kocaman bir yasemin ağacı!